Makaleler Makale ve Araştırmalar Köşe Yazıları Edebiyatta Kalabalık ve Nitelik
Makale Başlığı: Edebiyatta Kalabalık ve Nitelik

Edebiyatta Kalabalık ve Nitelik

Yazar: Semih Gümüş • Eklenme Tarihi: 07.02.2014 • Görüntüleme: 3.195

Özet:
Borges, "Ortaçağ ne güzel çağdı, çünkü çok az kitapları vardı," demiş. Anlamına gerçekten erenler için güzel söz: Kitaplar çoğaldıkça edebiyat da sıradanlasıp bozuluyor mu?

Kelimeler:
Edebiyatta Kalabalık ve Nitelik, fransa, türkiye, ingiltere, yeni romanlar, edebiyat eserleri, yeni kitaplar, okuyucu sayısı, okuma alışkanlığı

Yeni edebiyatın oluşum sıkıntıları çektiği ve yazarların kendilerini göstermek için doğru dürüst fırsat bulamadıkları günlerde bile Hüseyin Rahmi Gürpınar 'edebiyatı çıkar vasıtası gibi anlayıp kullanan' yazarlardan hayıflanıyor, kendi inandığı değerlerden uzaklaşan yazarlara sıkı eleştiriler yöneltiyordu.
"Hele bazılarımız da orijinal 'yol açmak' sevdasındadırlar," diyordu Hüseyin Rahmi, yerlinin de yerlisi tutumuyla, "Kavgalar alabildiğine sürüyor ama ortada eser diye bir şey yok. Zamanımızda zevkle, lezzetle okunan birkaç yapraktan başka ümit veren gelişmeleri boşuna bekliyoruz."
Aynı sözleri birkaç kuşak arasında 70 yıldan beri dolandırdıktan sonra bugün hâlâ söyleyebildiğimize göre, yazının ve yazarlığın yazgısının değişmediği sonucuna mı varmalıyız? Bugün hiç değilse genç yazarların yayımladıkları dergileri 150 kişi okumuyor, pek de güçlük çekmeden yayımladıkları ilk kitapları 30-40 taneden çok satılabiliyor, onları bir silleyle yıldıracak yaşlı yazarlarla köprüleri attıkları için de, kendi göbeklerini kendileri kesiyor.
Hüseyin Rahmi'nin bu konuşmayı yaptığı 1932'de kâç kitap yayımlandığına bakılırsa, bu bambaşkalık hemen anlaşılır. Yalnızca bir tek öykü kitabı, Nahit Sırrı Örik'in "Sanatkârlar"ı yayımlanmış 1932'de, yayımlanan roman sayısı da 9. O arada' Hüseyin Rahmi'nin 'orijinallikle' suçladığı yazarlar kimler olabilir? Reşat Nuri Güntekin, Peyami Safa, Yakup Kadri ya da Kenan Hulusi mi?

Hangi okuma kültürü?

Hüseyin Rahmi'ye yalnızca lezzetli birkaç yapraklık atımı olan, aykırılık. peşinde yazarlar gibi görünmüşlerse bile tuhaf karşılamıyorum bunu. Vüs'at O. Bener de 1950'lerin edebiyat beğenisine aykırı gelip kıyıya itildikten nice on yıllar sonra anlaşıldı. 1970'lerde anlaşılamayan Oğuz Atay da 1980'lerden sonra hemen kültleştirildi. Her dönem kendi içinden çıkan yeniliklere hep aynı tepkiyi veriyorsa, şimdi genç yaşlı, eski yeni yazarların pek çoğunun roman yazmaya koyulması da aynı biçimde karşılanacaktır. A. Ömer Türkeş, 2004'ün ilk yedi ayında yayımlanan romanların sayısının 150'yi bulduğunu, bunların da 70'inin ilk roman olduğunu yazınca, düpedüz bir ikilem içinde kaldık : "Yaşasın roman!" mı demeliyiz bu durumda, "Nereye gidiyoruz?" mu?
A. Ömer Türkeş, "ilk ya da değil, bu roman patlamasını içine kapalı bir edebiyat dünyası için olumlu bulmuyorum," diyerek tedirginliğini apaçık belli ediyor. Her şeyin artık ne güzel olduğunu söyleyenlerse, popüler edebiyata bir ucundan tutunmaya çalışanlardan başka, yok denecek kadar...
İlk roman yazarlarının nasıl yazacaklarını çoğun arkada tutup ilginç ve şaşırtıcı olmayı önemsedikleri; hayatlarını roman sanarak kendilerini anlattıkları; iç döküp sırları açığa vurarak yaşa nanları kullandıkları biçimindeki eleştiriler pekala yerinde olabilir ama kime ne! Asıl sorun yazarların yaptıkları seçimlerin ne olduğu değil, hangi okuma kültürüne karşılık gelip kendilerine nasıl bir yer açtıkları.

"Ortaçağ ne güzel çağdı..."

Başlangıçta hangi okura yazdığını düşünmez yazar; ilk romanı yayımlandıktan sonra kendi isteminden de bağımsız olarak romanının nerede konumlandığını görünce yapılır bu tatlı keşifler. Sözgelimi klasik roman biçimlerinde kazandığı başarının ardından gelen romanlarındaki küçük değişiklikler, birdenbire yazara postmodern romancı gömleği giydirilmesine neden olabilir. Aslında kendi yazar kimliğini dışavurma kaygıslyla yazılmış romanı, nedenlerini hiç kimsenin açıklayamadığı çok satışlara ulaşan yazarın sonraki romanlarını da çok satılmaktan kimse kurtaramaz.
Bütün bunlar, birilerini, bazen beni de kederlendirecek kılıklar içinde tanınmaz hale getirdikleri edebiyatı, içine doğma mutluluğumuzu söndürecek kertede bizden uzaklaştırınca, anlıyoruz ki onlar orada, büyük bir kalabalığın katıldığı eğlencenin sahipleri olarak dururken, biz suyun bu yanında, küçük bir azınlığın yaşadığı sürgünün ucunda gövdeyi tamamlamayı bekliyoruz. Bu duruma öfkelenmek mi gerekir, olgunlukla katlanmak mı?
Yedi ayda 150 roman, ilk romanların sayısı da 70 olmuşsa, bana kalırsa parmağımızı gözlerine sokmadan izlemektir doğrusu. Borges, "Ortaçağ ne güzel çağdı, çünkü çok az kitapları vardı," demiş. Anlamına gerçekten erenler için güzel söz: Kitaplar çoğaldıkça edebiyat da sıradanlaşıp bozuluyor mu?
Gene de ben yüz yıllık edebiyatımız içinde, olumlu ya da olumsuz, hak ettiği yeri bulmamış bir tek yazar bilmiyorum, Memduh Şevket Esendal'ın onca gecikerek anlaşılmasını burkularak hatırlamaktan başka. Çoğalmak, sonra çok satmak, ün ve şan kazanmak, gazetelerde konu edilip televizyon ekranlarında görünmek, bu arada para kazanmak da varsa işin içinde, genç yazar roman yazmak yerine niçin şiir, deneme, eleştiriyle vakit yitirsin ya da niçin edebiyatla uğraşsın?

Edebiyat ve edebiyat dışı

Uğur Hüküm de Fransa'da yeni yayın dönemi olarak anılan ağustosun son haftasıyla ekimin ilk haftası orasındaki beş altı haftalık süre içinde yayımlanan yeni roman sayısının 661 olduğunu yazdı. Yeni kitapların yarısının edebiyat kitapları olmasının yanında, edebiyat kitaplarının da neredeyse tümü roman. Bu sayıları bizdeki roman patlamasıyla karşılaştırmak elbette anlamlı olabilirdi ama Fransa'da yayıncılık sektörünün sinema sektörünün iki katı, müzik sektörünün üç katı ciro yaptığını öğrenince, insan ister istemez birkaç adım geri atıyor.
Fransa hep böyle olmuş aslında ve bildiğim kadarıyla  Ingiltere biraz dışında tutulursa  Avrupa'nın öteki ülkeleri de onunla aşık amaya kalkışmıyor. Nedim Gürsel de yıllar önce, Fransa'da kitaplarından edindikleri gelirle yaşayan yazar ve düşünürlerin sayısının 3560 olduğunu yazmıştı. Bu ürkütücü sayıların etkisinden slynlınca, gene de bizdeki yedi ayda 150 roman ve 70 ilk romanı düşünüp şaşkınlığımızı sürdürebiliriz. Romanın piyasanın pompaladı'ğı bir mala dönüştürüldüğünü bilen biliyor ama karşı yakadakilerin umurunda değil.
Seçici olmama kötülüğü edebiyata sıçrayınca, ondan bütün bütüne arınmak olanaksızlaşabilir. Çizgileri, köşeleri, basamakları, dönemeçIeri belirsizleştirip her şeyi bir çöl tekdüzeliğinde göstermeyi başardığınızda, yol ve yordam da kalmaz, ölçüt ve özgünlük de. Hiç değilse yayıncılık ve edebiyat dünyamızın virüslerinden olan "En çok satanlar" listelerinde yapabilsek bu ayrımları. "Edebiyat" ve "Edebiyat dışı" için iki ayrı liste yapılsa ama popüler kitaplarla edebi olanların aynı edebi potaya akıtılmasından vazgeçilse, bu işi yapanlar da bu katkılarıyla övünç duysalar... Böylece sözgelimi Can Dündar ile Ida' Aydın da gerçek anlamlarını bulur, Yaşar Kemal ile Orhan Pamuk da. Bütün bunları düşünmekten canı sıkılan okur da satın almak için koştu& kitaplarla gerçekten edebiyat sayılan romanlar arasında bir başkalık olduğunu görerek seçimlerini yapabilir.

Domates ve kitap

Ahmet Altan'ın "Içimizde Bir Yer" kitabını hangi niyete göre okuyacağına bile karar verememiş okur, bu kitabın da bir 'edebiyat kitabı' olduğunu listelerden öğreniyor. Hem de döner-ekmek fiyatına bir kitap, belki bir dünya satın alırken kafası iyice karışıyor. Bütün amaç daha çok sayıda kitap satıp daha çok sayıda okura ulaşmak, yazarın daha çok tanınmasını sağlamak, sonra gelecek kitapların önünü açarak doğru dürüst bir sektör olmayı başaramamış yayıncılığı ayağa kaldırmak, ucuz kitaplarla okuru kazanan korsan yayıncılığın belini kırmak değil mi? Ilk bakışta güzel görünüyor; karşı çıkmak kolay değil. Sonunda bir kitabı dörtte bir fiyatına satarak kendi bilançosunu kurtarmak için bir milyon okura ulaşan yayıncının ticari başarısına ne denir?
Gelin görün ki, bu yoldan korsan yayıncıları ürkütmek yerine, aslında aynı yola girildiği; korsan yayıncıların çaldıkları karanın aslında ak olduğunun kolayca öne sürüldüğü; gene de "Içimizde Bir Yer"in bedavaya satılmasının bile korsan basımlarını önleyemediği; üstelik bu arada kitabın hayatımızda tuttuğu yerin değiştiği; domates almakla kitap almak arasındaki farkın silinip kitabın kültürel meta olmaktan çıkarıldığı; bunun da uzun erimde kültüre, kitaba vereceği zarar ve değerlerin onarılması neredeyse olanaksızlaşacak kertede eritildiği; yüz bin satılamayacak kitaplara hayat hakkının kalmadığı fark edildiğinde, yayıncının verdiği zararlar karşılanacak mı?

Ucuza satılabilir mi?

Yayıncının indirimli satış kampanyasındaki milyon rakamlarının büyüleyici etkisinden kurtulduğunuzda, bir de edebiyatın nereye itildiğini düşünebilirsiniz. Ona gereksinim duyan milyonları şıpın işi bulamayacağı için, hiçbir yayıncı gerçek edebiyatı ucuza satamaz. Uzun erimde yayıncılık sektörünün öz sermayesinin erimesine yol açsa da, popüler kitapların anlık çıkarlar için ucuza satılmasını gene de anlayabiliyorum. Oysa edebiyatı ucuza satmak, istense de yapılamayacak bir iştir.
"Içimizde Bir Yer" in bir milyon satılmasından hoşnut duran Ahmet Altan ise, bütün kitaplarının aynı yoldan satılmasını kesinkes istemeyecektir. Çünkü Ahmet Altan'ın kendisinin de, yayıncısı şimdiki yoldan gitmekte ısrar ettikçe düştüğü tuzakta mum gibi eriyip tükeneceğini görecek kadar akıllı olduğundan kuşku duymuyorum. Şimdi çok satan başkalarının, gelecekte az satılacağını bildiğim gibi..

 

Milliyet Sanat - Kasım 2004