Makaleler Makale ve Araştırmalar Makaleler Sanat ve Varoluş Üzerine
Makale Başlığı: Sanat ve Varoluş Üzerine

Sanat ve Varoluş Üzerine

Yazar: Unknown • Eklenme Tarihi: 23.03.2008 • Görüntüleme: 4.811

Özet:
Aslına bakılacak olursa, bütün sanat eserlerinin, içerisinde bir yaşanmışlığı barındırıyor olması ile, varoluşçu bir tarafı vardır. Hepsi birer yaşam anekdotu gibi yer tutar zihnimizde.

Kelimeler:
sanat, varoluş, makale

Aslına bakılacak olursa, bütün sanat eserlerinin, içerisinde bir yaşanmışlığı barındırıyor olması ile, varoluşçu bir tarafı vardır. Hepsi birer yaşam anekdotu gibi yer tutar zihnimizde. İzlediklerimizin, metafizik yahut ultrafizik bir biçimde konuşlanıyor olması ise, evvela eğlencelik bir anlayışı barındırır. Ama şahit olmadığımız ihtimallerin de varoluşumuzda bir yeri vardır. Bir insanın uçuyor olduğunu görmek ve dahası ona kanmak, bilinçaltı bir mübadelenin neticesidir. Belki tansıklara kolay inanmamızı sağlayan bu aracılar, insanın bu dünya içre lâmekân olabileceğine dair inancımızı bir yandan kuvvetlendirir. Mesela “Süpermen” olgusu, bir yandan peygamberlerin mucizelerine dair bir kolay anlaşılma maşası olur. Bir insanın uçabileceğine dair inancımız olursa, fizik ötesi bir alemde peygamberin miraca yükseliyor olduğunu da kolay kolay reddetmeyebilir insan. Dolayısı ile, en olmadık bir kurgunun bile insan elinden/düşüncesinden çıkıyor olması, varoluşu imlemesi için yeterlidir. Bu film, absürt bir film olarak karşımıza dikilse bile, yine varlığımızla alakalı bir absürtlüğün mümessili olur. Kendi hanemize bir çırpıda ekleyemediklerimizi, beyaz ile siyahın arasındaki kontrastı daha belirgin kılmak için(örneğin, sevaba kıymet bindirmek için günah pişmanlığını edinmek gibi) zıt koşulmuş bir işaret olarak alabiliriz.

Sinema için, ünlü Rus yönetmen Tarkovski’nin şöyle bir sözü vardır: “Bir insanın doğumundan ölümüne kadar bütün hayatını filme çekeceksin; sinema budur!”. Gerçekliğin o katı ve soğuk tarafıyla değil, ilahi bir uzvun hareketi olarak insan; kaybolmuşluğa doğru atılan fevkalade bir işaret fişeğidir. Bir insanın kaybolduğu yerde, ötekisi bir ümittir. Dolayısıyla, Tarkovski’nin bu ibaresini ilahi bir kayıt olarak düşünmek gerekir. Salt çıplaklığıyla insan, şimdiki modern insanın zihninde rahatsız edicidir. İd egosunu ufak çatlakların dışında bastırmış olan bu yeni(ya da adını şerh edecek olursak, medeni)insanın hız ile rabıtası, onu bir tüketim malzemesine dönüştürmüştür. Mesela dağ başında yapayalnız oturacak olursanız, zaman hiç geçemeyecek gibidir. Ama kentlerin algımıza oynadığı sürat oyunu, sabahı bir çırpıda akşam etmeye kâfidir. Bu durumda insanın dünyayı değil, dünyanın insanı tükettiğinden kolaylıkla söz açmamız mümkün. Aslında tüketimin kendisi; tüketen ve tüketilen minvalinde iki uçlu bir bıçak gibidir. Yani dünyanın tükettiği insan, insanın tükettiği dünyadan neşet eder. Böylece birer metaı haline dönüşen şeylerin arasına katılır eşref-i mahlûkat. Mukavemet edinir, hep sağlığına doğru adımlar. Ve sağlığı için hep daha fazlasını istediği için saplanır bu bataklığa. Söz gelimi, evvela karnını doyurmak için saldırır dünyaya. Ardından besin değeri yüksek yiyecekler tüketmeye koyularak, hastalıktan bir adım daha uzaklaşmak ister. Bir sonraki adım, hastalığın onu bulmayacağı bir yere saklanmak için, şahsına münhasır olarak rezerve ettiği lüks bir yaşamdır. Otobüsle kat ettiği yoldan kapacağı enfeksiyon riskini göz ardı etmeksizin bir otomobil satın alır kendine. Ortopedik bir konfora sahip olabilmek için bir üst modele terfi eder sonra. İşin mübalâğlı olarak zuhur ettiği yer ise, bu konformist tavrının onu bir helikopter almaya ikna ettiği yerdir. En nihayetinde, insan bir tüketim nehrinin akışına bırakmıştır kendini ve istemsiz savrulmalar ile bilmediği denizlere dökülür.


Varoluşçuluk, bir sebebe binaen kendini gösterir. Soru yollu bir dürtülenmenin neticesi değil, bilhassa önüne konulmuş cevapların dürtüleriyle meydana gelir. Cevapların peşinde koşturmak değildir insan aczinin meşgalesi, hazır verilmiş cevaplar önünde soruları bulmaya çabalar. Katı ve soğuk felsefenin ayna karşısında edindiği “Ben kimim?” adlı ucube sorusuyla kışkırtmaz kendini. Kim olduğunu görür ve gördüğünün neye ait olduğunu bulmak için sorular yetiştirir. Sinema yahut diğer bütün sanat anlayışlarında da temel kıstas tam olarak budur. Ortaya serpilen lafügüzaf, hızla mesnetlendirilmeye çalışılır. Sanat eseri karşısında kendimizi bulmaya çabalarız, o eserin hangi tarafında bizim hangi tarafımızın yer aldığı hakkında müzmin bir tabiat bağı kurarız. Dediğimiz gibi, bir sebebe binaen kendini gösteren varoluşçuluk lafzını, merakla harekete geçirir ve hayretle kayda düşürürüz. Şaşkınlık ise bir başka hikâyenin konusu. Şaşkınlık, hayretin yerleşik halinin yanında bir kaybolmuşluğu imlemekten öteye götürmez insanı.


Sanatçıyı elinde cevaplarla dolu bir çuvalla düşünebiliriz. Sanatçı, ağzı bağlı bir çuvalın önce ipini çözer, sonra birden boşaltır önümüze. Eğer ki bir yaşanmışlığı var ise ortaya boşalttıklarının, algımızla çuvalın içindekiler arasındaki mübadele bir pazaryerine dönüştürür ortalığı. Sanatın sahihliği bu alışverişin tek kişi ile bile gerçekleştirilebiliyor olmasından ileri gelir. Ama alınan malların kof çıkması gibi, yahut hiç kimsenin çuvala ve içindekilere rağbet etmemesi gibi iki ayrı durum da söz konusu olabilir. Bu durumda, satıcının(sanatçının) sahihliğinden şüphe edebileceğimiz gibi, kof çıkan mallara bakarak bir tüketim zincirine çoktan dahil olduğumuzun da ayırtına varmamız mümkün.


Bir alacak verecek meselesi olmaktan çok, sanatın yerleşik bir dil oluşturmaya çabalaması oldukça dikkat çekicidir. Bizi bilmediğimiz(gayb) bir bilince yada hisse doğru sürüklerken, bir yandan inkişaf ettiğimiz duygusuna da kaptırır. Sanki işin encamında ortak bir dili amaçlıyor gibidir. Elbette bu bahsettiğimiz bir ütopya olmaktan çok, halledilebilir bir insanlık ideasıdır da. Dilin havanında tanelenirken, karıştığımız parçalarla da giderek birleşiyor, herkesin tadabileceği bir yek kıvam almaya başlıyoruz gibidir. Sanatın insan bağlamında böyle öznel bir misyonu yoktur tabi ki. Sanatçının bir misyonu olduğundan söz etmemiz, o sanatı zedeleyecektir. Sanat, bizatihi otomatik bir dil misyonunu üstlenerek insana doğru okunan bir ezan gibidir. Tıpkı Babil’de gökyüzüne doğru yükselen kulenin yandaşları olmaya davet etmektedir bizi. Yandaşı ve yoldaşı olduğumuz bu izleğin üzerinde yaşıyor olmaktan başka bir alternatifimiz yoktur. Tercihlerimiz yahut yönelimlerimiz bu yolun üzerinde gerçekleştirdiğimiz hareketlerledir. Bütün ömrümüz boyunca durmayı, geriye adımlamayı yahut korkak adımlarla ufalmayı tercih etmemiz mümkün. Ama yolun zaman içinde konuşlanmış olması, atmadığımız her adım için bize bir gecikmişlik bildiriminde bulunacaktır. Şu halde sanatı tabiattan ayrı tutmayarak yapacağımız gözlemler, bu gözlemlerin bilinç ve his hanemizde kaplayacağı alan ve de bu alanın bizler için kullanılabilir bir satha dönüşmesi; ileriye doğru(yolun sonuna) yürüyen adımlarımızın aralarını açarak bize sürat kazandıracaktır.


Elbette var olan bir hakikat remzidir. Gazali’nin körler ve fil hikâyesini anımsayacak olursak eğer, gerçek(reality) ve hakikat(truth) arasındaki derin ayrımın da farkına varabiliriz. Bu hikâye, bir filin etrafında konuşlanan körlerin, tuttuklarına bir isim vermesiyle varılan gerçekliğin, fil hakikatinden gayrı olduğunu bildirir niteliktedir. Bir kör filin kuyruğunu tutar ve “yılan” der. Ötekisi bacağına dokunarak “sütun” der. Diğer körler de filin herhangi bir uzvuna, tuttukları kadarıyla bir isim verirler. Körlerin dile getirdiği algılanımları bir gerçeklik ibaresidir. Oysa fil, bütün endamıyla koca bir hakikattir.


Sanatın, bu hakikat remizlerini önümüze yığdığını söylersek bunu sadece sanata mal etmiş gibi görünebiliriz. Bunun için, her şeyin bir hakikat remzi olduğunu söylersek, noksan bir taraf kalmamış olur ifademizde. Bu açıdan, sanatın modern hayat meşgalemiz içerisinde bir dikkat çekme yöntemi olduğunu vurgulamak gerekir. Tabiat içre, herhangi bir şeyin konumu bile yeterince dolaylı bir görüntü sağlıyor iken, sanatın bu dolaylamayı daha özerk bir alana çekerek kısmen şerh ettiğini söyleyebiliriz. Bu şerhten kastımız, sanatın dolaysızlığa varan bir sınırı zorladığına dair değil, bu sınırı zorlamak için kişiyi müteyakkız kılan bir tarafı olduğuna dair bir açımlamadır. Türlü estetik kavramın bütün niceliğine nitelik kazandırarak dikkat çeken sanatın, bir dolaylamanın dolaylaması olduğu fikrine kapılmak da yanlıştır. İnsan, bu çeşit bir ilk dolaylamayı; tabiat karşısında sessiz kalamayıp konuşmak ile yapmıştır. Zira dilin icat olması, safi şiire zarar vermiştir. İlk insanların ağaç karşısındaki duruşları, o ağacın ne işe yaradığını bilmeksizin ona anlamlar yüklemekle kaimdir. Ağacı ilk olarak bir remiz olarak algı hanesine kaydeden insanın, ağacı hissetmekten bıktığı/alıştığı noktada işin içine hesap girmiş ve ağacı anlamaya çalışmaya başlamıştır. Şüphesiz bu analitik düzlem; uzay içre olasılıklar arasında kendisine hangi zarın geldiğini merak ederek yaşayan insanın varoluşçu ahvaline zeval vermez. Anlamak da, hissetmek gibi onun bir parçasıdır. Yani aklı, yüreği kadar ona aittir. Lakin yeni insanın, bu ikisi arasında tesis etmesi gereken balansı temin edemiyor olması, kantarın topuzuna hakim olamıyor intibaını uyandırmaktadır. Terazinin şirazesi kaçmıştır. Akıl ile yürek arasındaki denge bir savaşa dönüşmüş ve hatta çok daha kötüsü, bir tercih halini almıştır artık.


Artık iki çeşit insandan söz ediyor olmamız mümkün. Birincisi, bir his olarak yürüyen ve heybesinde kâfi miktarda akıl taşıyan insan tipidir. Modern hayatın fazlasıyla suiistimal ettiği bir modeldir bu. Heyecanın pratik bir neticesi olmadığından, işe yaramaz kılınmıştır. Duygulanımları yaşadığı hayatın içinde neredeyse bir hobi olarak görülmekte, bu yolla da varlığı yok sayılmaktadır. Daha çok eğlencelik bir anlayışa, nefesleri teskin etmek amaçlı maşa olan duygunun; bütün dünya işleri arasında mesai dışı bir pil olma özelliği vardır. İkinci tip ise; bir akıl olarak yürüyen ve heybesinde his baskılayan insan tipidir. Bu insanlar yeni hayatın başarılı insanlarıdırlar. Olaylar karşısındaki soğukkanlılıklarını fevkalade muhafaza ederler ve başarılarının anahtarı budur. Kendilerini hissetmemeye memur kılarlar, ancak bu şekilde bir hayat devamlılığı söz konusudur onlar için. Gözyaşları, vicdanlarını teselli etmek için işlevsiz birer su damlası olarak süzülürken yanaklarına, kalplerini erimeyecek bir katılığa erdirmek için uğraşırlar. Kurtarılmayı bekliyor olduklarından bihaberdirler, etrafındakilere mesafeli bir iletişim esasına göre davranırlar. Birinci tip, akıl ile yürek arasındaki dengeyi, aklın ona sahip olmasını engelleyerek başarmıştır. İkinci tip ise, aklın kendisine sahip olmasıyla, kendi ve dünya arasındaki dengeyi kollamayı öncelik olarak addeder. Heyhat, dengesizliği dünyanın süratli dönüşü karşısında giderek çoğalır ve yıpratmaya başlar aklını. Aklının tükendiği yede yüreği devreye girer ve tam burada fark eder o geç kalmışlık hissini. Tam burada, bahsettiğimiz yolun üzerinde çırılçıplak bulur kendini ve şaşırır.


Sanatın varlığımıza kurmuş olduğu köprüleri görmezden gelmek, yola direnmek demektir. Sadece sanatın değil, tabiatın serdiği sofralara da kurulmak gerekir. Önümüze yığılan cevapların her yaşımızda giderek çoğaldığı düşünülürse, bir gün baş edilemez bir cevap yığını karşısında biçare kalmamak adına, kendimizi aramak yoluna ilhak olmalıyız. Ancak bu sayede, kime ait olduğumuz aleni bir biçimde gözlerimizin/yüreklerimizin önüne serilecektir. Her şeyin, hatta bütün şeytani tasarıların bile bir “ol!” minvalinde gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Yola dikkat kesilmemiz en çok da bu yüzden önemli. Bir arının bal yaparken niçin gözümüzün önünde olduğunu iyice düşünmek gerekir. Neden burada, şimdi ve ben? Tesadüf diye bir şey yoktur! 

kaynak: http://alpergencer.blogspot.com