Makaleler Makale ve Araştırmalar Köşe Yazıları Modernizmin ‘Gerçek Son’u
Makale Başlığı: Modernizmin ‘Gerçek Son’u

Modernizmin ‘Gerçek Son’u

Yazar: Hasan Bülent Kayraman • Eklenme Tarihi: 22.12.2007 • Görüntüleme: 3.100

Özet:
11 Eylül saldırısı ve onun doğurduğu tedirginlik ortamı sanatın bir kez daha mistisizmle buluşmasına yol açıyor. 11 Eylül`ü, sanatta da modernizmin `gerçek son`u diye nitelendirmek yanlış olmasa gerek.

Kelimeler:
modernizm, , gerçek, son, makale, araştırma, köşe yazısı, Hasan Bülent Kayraman

11 Eylül saldırısı ve onun doğurduğu tedirginlik ortamı sanatın bir kez daha mistisizmle buluşmasına yol açıyor. 11 Eylül'ü, sanatta da modernizmin 'gerçek son'u diye nitelendirmek yanlış olmasa gerek.

20. yüzyılın ortaya çıkardığı modernizm her şeyden önce dinsel bir düşünce anlayışına karşıydı. Kuşkusuz birden bire gelişmemişti ve arkasında Rönesans'tan, Protestanlık kültüründen gelen bir birikim vardı. Modernizm, bu süreçlerin öne çıkardığı sekülerleşmenin son aşamasıydı.
Ama modernizmin gelenek birikiminden yoksun olduğu söylenemez. Ne var ki, öteki akımlardan farklı olarak, modernizmin bu boyutta içerdiği 'bilgi' daha gizliydi.

Modernizmdeki dinsellik
Özünde bir biçim sorunu olan sanatsal modernizm dinsellikle, kutsal olanla ilişkisini çok daha dolaylı bir şekilde ifade etmeyi seçmişti. Bu da neredeyse kendiliğinden oluşuyordu. Çünkü, modernizmin içerdiği tepkisellik, yıkıcılık, sertlik ve yenilik anlayış ve yaklaşımı özel hayatla sınırlı bile olsa dinselliğin üstünü örtmüştü. 

Özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ağırlık kazanan Amerikan sanatı, kutsallığı modernizme iade ediyordu. New York okulunun sanatçıları, derece derece dinsellikle bağ kuruyor, bunu yapıtlara yansıtıyordu. Pollock, işi Şamanizme kadar götürürken, Barnet Newmann, Yahudi kutsallığını tuvale yansıtıyor, Carl Andre yere koyduğu birkaç bakır levhanın 'yeryüzünde yapılmış hem en seküler hem de en mistik iş' olduğunu iddia ediyordu. 

1970'lerdeki pop sanat bu çerçeveyi kırdı, Amerika'ysa eğer söz konusu olan. Fakat, bu defa da performanslar ve yerleştirme işleri aynı dinselliği bir 'bilgi nesnesi' olarak temellendirmeyi öngördü.
Avrupa'ysa Malraux'nun, '20. yüzyıl uygarlığı seküler olan ilk uygarlıktır' görüşünü yanlışlamak istercesine, özellikle gövdeyi içeren bir sanat anlayışı içinden bir kez daha dinsellikle buluşuyordu. 

Mistik olan, gerçekten de kendisini en çok gövdenin sanata girmesiyle gösteriyordu. 1960'ların büsbütün öne çıkardığı varoluşçuluk bu süreci hızlandırıyordu. Acı çekme, varlığın sınırlarını yoklama, Sartre'ın deyişiyle, 'üstünde dünyanın tozunu taşıyan' Giacometti heykellerinde bile apaçık görülebiliyordu. Zaten Brancusi, Romanyalı bir köylü olarak mistik düşünceyi heykelde daima ayakta tutmuştu. 

Modernizmin en önemli isimlerinden birisi, evi, 'insanın yaşama makinesi' diye tanımlayan Corbusier bile, bir şapel yaparak noktalamıştı işini. Kökleri Hıristiyan metafiziğinde bulunan bir anlayış, Viyana grubunda meseleyi deliliğe kadar götürmekten çekinmiyordu. 

Bu süreç postmoderniteyle yepyeni bir aşamaya ulaştı. Postmodernitenin akıl ötesi deneyimleri, geleneği içeren, öznelliği öne çıkaran anlayışı hem mistisizmin hem de dinselliğin sanata açıkça davet edilişiydi. İnsanın yıllar yılı kendisinden uzak tuttuğu bu iki kavram bir kez daha kapısını çalıyordu onun. 

Sığınma arayışı
Bu düşünce son zamanlarda başka bir bağlamda kendisini göstermeye başladı. Önce bir binyılın bitişi ve yenisinin başlaması çerçevesinde, doğrudan doğruya 'millenyum' düşüncesi ve onun içerdiği Hıristiyanlık algılaması insanı yokladı. Ardından gelen 11 Eylül saldırısı ve onun doğurduğu ortam hem sanatın hem de genel olarak soyut düşüncenin bir kez daha mistisizmle buluşmasına yol açıyor. 

Bunun en önemli nedeni güven duygusunun yok olması. Güvensizliği yaşamaya başlamış bir dünyada korkunun öne çıkması ve genelleşmesi kaçınılmaz. Bu da bir 'sığınma' arayışını gündeme getiriyor. Kaldı ki, endüstri sonrası toplumlardaki güvensizlik olgusu zaten modernizmin eleştirilmeye başlamasındaki en önemli etkendir. Bu, 11 Eylül sonrasında, neredeyse, geriye dönüşsüz bir noktaya ulaştı. Korkunun, kaygının, tedirginliğin kol gezdiği, temel varoluş biçimine dönüşen bir dünyada yaşandığını insanlar biliyor artık. 

Sanatın buna yabancı kalması olanaksız. Bunu, son zamanlarda Amerika'da açılan ve 11 Eylül'e gönderme içeren sergilerde gözlemlemek mümkün. Kaldı ki, bu da birdenbire doğmadı. Daha önce, 20. yüzyıl sonunda ortaya koyulan mimari, 'korkunun mimarisi' olarak tanımlanıyordu. Doğaldı; çünkü, 'yitik gerçek'in içinden yapılan, mekân duygusunun altüst edildiği bir mimarlıktı o. Şimdi, ona, bir de paranoya zorlamaları eklendi. 

Güvenlik duygusu yitiminin kabarttığı bir dalga bu. Ucu 'kıyamet' düşüncesine dayanan gizli ya da açık bir mistisizm, bir dinsellik, bir varoluş sorgulaması taşıdığı belli. Modernizmin özgüven duygusunun yerinde yeller esiyor şimdi. 

New York'u sarıp sarmalayan 'geriye dönüş' (retro) akımının altında da bu sığınma duygusunun yer almadığını söylemek kolay değil. Her yerde 1950'lerin, 60 ve 70'lerin duyarlılığıyla tasarlanmış, bildik mekânlar var artık. 1990'ların 'Japonez' minimalizmin pabucu hırsla dama atılmış. Modernizmin ön kapıdan attıkları, gene ön kapıdan içeri alınıyor, baş tacı ediliyor. 

11 Eylül'ü, sanatta da modernizmin 'gerçek son'u diye nitelendirmek yanlış olmasa gerek.