Makaleler Makale ve Araştırmalar Makaleler Kültür Kopuklukları ve Gelişim
Makale Başlığı: Kültür Kopuklukları ve Gelişim

Kültür Kopuklukları ve Gelişim

Yazar: Birikim Dergisi • Eklenme Tarihi: 26.11.2007 • Görüntüleme: 3.849

Özet:
Batı bilinci, kültürler arasındaki kopukluk sorunuyla 16. yüzyılda, beklenmedik ve acı­lı bir biçimde, Yeni Dünya`nın bulunması üze­rine karşı karşıya gelir. Ama bu çağda olduk­ça basit bir seçeneğe indirgenir sorun:

Kelimeler:
Kültür, Kopuklukları, Gelişim, makaleler, Birikim, Dergisi

I. ETNOGRAFİ VE TARİH ÖNÜNDE KÜLTÜR KOPUKLUKLARI

Batı bilinci, kültürler arasındaki kopukluk sorunuyla 16. yüzyılda, beklenmedik ve acı­lı bir biçimde, Yeni Dünya'nın bulunması üze­rine karşı karşıya gelir. Ama bu çağda olduk­ça basit bir seçeneğe indirgenir sorun: ya Amerika yerlileri insandır ve kendi gönülleriy­le de olsa, zorla da olsa Hıristiyan uygarlığıyla bütünleşmeleri gerekir, ya insanlıkları tartışı­lacak bir şeydir ve hayvanlar arasında yer alıyorlar demektir. Sorunun gerçekten tarihî ve sosyolojik bir biçimde belirlenmesi için 18. yüzyılı beklemek gerekir. Bununla birlik­te, belirtmek gerekir ki, önerilen çözüm ne olursa olsun, öncüllerde, yani bugün ilkel di­yeceğimiz toplumlarla Batı uygarlığının karşı­laştırılabileceği konusunda bütün yazarlar birleşir. İster Condorcet'nin sandığı gibi birin­ciler ilerleme ve yükselmeye yönelik bir evri­min çıkış noktasında yer alsın, ister Diderot'nun zaman zaman esinlediği gibi bir zirve oluş­turdukları, insanlığın bu zirveden sonra sürek­li bir inişten başka bir şey görmediği düşünül­sün, isterse Rousseau'nun daha çağdaş ve da­ha ayrımlı düşüncesi uyarınca tümüyle teo­rik bir kavrama dayanan bir doğa durumu ile günümüzde doğa ve insan dengesinin en yük­sek derecesini örneklendiren ilkel halklar ara­sında bir ayrım yapmak gereksin, bu görüş­lerin hiçbiri kültür kopukluklarının dayanışımlı bir gelişmenin açık belirti ve kalıntıları olarak süregeldiklerini tartışma konusu yapmaz.

İnsanlığın kimi zaman bir ilerleme, kimi zaman bir gerileme, kimi zaman da ikisinin bu­lanık bir karışımı olarak düşünülen gelişmesi­ni tümcül bir açıdan ele almanın sakatlığını özellikle Auguste Comte ortaya atar. Cours de philosophie positive'inin 52. dersinde, top­lumsal ve kültürel gelişim konusunda tümcül bir teorinin tehlikelerini belirtir. Gelişimi Batı uygarlı-

ğının özgül bir niteliği olarak incelemek gerekir ona göre, daha sonra elde edilen so­nuçlar farklı toplumların dışardan dönüştürül­mesine uydurulabilir. Özel evrimlerin bu özgül­lüğünü Marksizm de doğrular: “Ateş Toprakları'nın ekonomisi ile İngiltere'nin ekonomisi­ni aynı yasalara bağlamak isteyenler beylik görüşlerin en bayağısını ortaya koymuş olur­lar” (Engels, Anti-Dühring). Bu noktada pozi­tivizmle aynı görüşü paylaşan Marksizm, geli­şimi Batı uygarlığının içkin bir özelliği olarak görür: “Eski ilkel toplumlar, dış dünya ile alış­verişleri, aralarında çökmelerine yol açacak servet farkları yaratıncaya değin, varlıklarını binlerce yıl sürdürebilmişlerdir.” (Engels, Anti-Dühring).

Ama Marksist düşünce, burada ele aldığı­mız sorun bakımından çok önemli iki görüş ge­tirir. İlk olarak, birtakım buluşlarda eski ilkel uygarlıkların payını belirtir. Bu buluşlar olma­dan, Batı gelişimini tasarlamak bile düşünüle­mez ve Batı'nın gelişimi, 19. yüzyılda ele alı­nabildiği biçimiyle, bu buluşlar yanında çok önemsiz kalır; “En eski antik çağın... çıkış noktası hayvansal evrenden kurtulma, içeriği ise geleceğin birleşmiş insanlarının hiçbir za­man karşılaşmayacakları türden zorlukların yenilmesidir” (Engels, Anti-Dühring). İkinci olarak ve özellikle, Marx sanayileşme ve geli­şimi ele alma açısını değiştirir. Ona göre, edil­genlik içinde kalmış uygarlıklara dışardan ge­tirilmesi gereken, bağımsız bir olgu değildir sanayileşme. Tam tersine, «ilkel» denilen top­lumların koşulunun, daha doğrusu bunlarla Batı arasındaki tarihî bağıntının bir işlevi, do­laylı bir sonucudur.

Marksizmin temel sorunu, emeğin neden ve nasıl bir artı-değer ürettiğini bilmektir. Marx'ın bu soruya getirdiği cevabın etnografik bir nitelik taşıdığı çoğu kez gözden kaç­mıştır. İlkel insanlık kalabalık değildi, yalnızca doğal koşulların emeğinin karşılığını bol bol almasını sağladığı yerlere yerleşebilirdi. Öte yandan, artı-değer ile emek arasında her za­man birincisi ikincisine eklenecek biçimde bir bağıntı kurmak -etnografların bu deyime verdikleri anlamda- kültürün içkin bir özelli­ğidir. Biri mantıkî, biri tarihî olan bu iki neden­le, başlangıçta her emeğin zorunlu olarak bir artık-değer ürettiği ileri sürülebilir. İnsanın in­sanı sömürmesi daha sonra gelir, ve tarihte somut olarak sömürgecinin sömürgeliyi sö­mürmesi, başka bir deyişle, ilkelin kendiliğin­den elinde bulundurduğunu gördüğümüz artık-değer fazlasına sömürgecinin el koymasıyla belirir: «Bu adalılardan birinin bütün ihtiyaçla­rını karşılaması için haftada on iki saat çalış­ması gerektiğini varsayalım; doğanın kendisi­ne sağladığı ilk ayrıcalığın bol bol boş za­man olduğu görülür. Bunu kendisi için üretim amacıyla kullanması için bir sürü tarihî olgu­nun bir araya gelmesi gerekir; bunu başkası için fazla emeğe harcaması içinse, güç kulla­nılarak buna zorlanması» (Marx, Kapital, II).

Bundan çıkan ilk sonuç, tarih ve mantık açısından sömürgeleştirmenin kapitalizmden önce geldiği, ikinci sonuç ise kapitalist düze­nin Batılı halklara Batı'nın daha önce yerli halklara davrandığı gibi davranmak olduğu­dur. Demek ki, Marx'a göre, kapitalist ile emekçi arasındaki bağıntı, sömürgeci ile sömürgeli arasındaki bağıntının bir özel duru­mundan başka bir şey değil. Bu tez Kapital'de (birinci kitap, c. III, bölüm 31) açıklıkla öne sü­rülür: kapitalist düzenin kaynakları Amerika'nın altın ve gümüş bölgelerinin bulunmasına, sonra yerlilerin köleleştirilmesine, sonra En­donezya'nın yağma edilmesine, son olarak da Afrika'nın kara derili avı için ticarî bir av ala­nına dönüştürülmesine uzanır. “İşte doğuş döneminde kapitalist çağı belirleyen, arı duy­gularla dolu ilk birikim yöntemleri”. Hemen sonra, ticarî savaş başlar. “Avrupalı gündelik­çilerin gizli köleliğine Yeni Dünya'nın açıktan açığa köleliği basamaklık edecekti.”

Marksist görüşleri benimsesek de, benimsemesek de, bu düşünceler önemlidir, çünkü gelişim sorununun çağdaş düşünürlerce fazla önemsenmeyen iki yönüne çekerler dikkati­mizi.

Birinci olarak, bugün «az gelişmiş» dedi­ğimiz toplumlar, kendi kusurları yüzünden düşmemişlerdir bu duruma, onların Batı'nın gelişimi dışında olduklarını, ya da ona ilgisiz kaldıklarını düşünmek yanlış olur. Gerçekte, bu toplumlar, 16. ve 19. yüzyıllar arasında, dolaylı, dolaysız yıkımlarıyla, Batı dünyasının gelişmesine imkân sağlamışlardır. Batı ile ara­larında bir bütünleyicilik bağıntısı vardır. Ge­lişim ve doymak bilmez istekleri onları öyle bir duruma getirmiştir ki, ancak şimdi farkına va­rıyor onların. Öyleyse her biri kendi başına ge­lişmiş iki süreç arasında bir ilişki başlangıcı değil sözkonusu olan. Azgelişmiş denilen top­lumlarla makine uygarlığı arasındaki yabancı­lık bağıntısı, bu makine uygarlığının onlarda kendi yaptıklarının sonucunu, daha açıkçası, kendi gerçeğini yerleştirebilmek için onların içinde yaptığı yıkımların karşılığını bulmasında.

İkinci olarak, bu bağıntı soyut bir biçim­de tasarlanamaz. Kaç yüzyıldır, şiddet, baskı ve toplu öldürmelerle, somut bir biçimde or­taya çıktığını görmezlikten gelmek olamaz. Gelişim sorunu bu açıdan da kuru bir teori yürütme konusu değil. Bu konuda yapılabile­cek analiz ve önerile-bilecek çözümler, sömür­ge durumunun «güç yükleyimi» diyebileceği­miz şeyi oluşturan dönüşsüz tarihî koşullar ve manevî iklimi gözönüne almalıdır ister is­temez.

Öyleyse gelişim hiçbir zaman Malinowski' nin gördüğü gibi, yani «daha yüksek ve daha etkin bir kültürün daha basit ve daha edilgen bir kültür üzerinde patlamasının sonucu» (B. Malinowski, The Dynamic of Culture Change) olarak görülemez. «Basitlik» ve “edilgenlik” söz konusu kültürlerin içkin özellikleri değil, gelişimin başlangıçta bunlar üzerinde yaptığı etkinin sonucudur: hoyratlık, çapulculuk ve şiddetin yarattığı bir durumdur. Bunlar olma­sa, gelişimin tarihî koşulları biraraya gelmez­di (başka türlü olsaydı, ilişki bugün tasarlaya-mayacağımız kadar değişik olurdu). Gerçekten varolduğu biricik zamana, yani 1492 yılına. Ye­ni Dünya'nın bulunuşundan önceye bağlama­ya yanaşmadığımız sürece, “değişimin sıfır noktası” (L. Mair) yoktur, olamaz da. Önce Yeni Dünya'nın, sonra daha başkalarının yer­le bir edilmesi. Batı yararına gelişimin koşul­larını bir araya getirip gerçekleşmesini sağla­yacak, bu gelişim çok daha sonra, önceleri yağmaya uğramış toplumları dışardan zorlayarak onların yıkıntıları üzerinde doğup gelişmek isteyecekti.

Büyük tarih düzleminde doğru olan küçük tarih düzleminde de doğrudur. Batı uygarlı­ğı, az gelişmiş ülkelerin sanayileşmesi sorun­larına el atarken, önce varolmak için giriştiği yıkımların bozulmuş ve sanki yüzyıllarca don­durulmuş görüntüsüyle karşılaşıyor buralarda. Ve daha küçük bir boyutta olmakla birlikte gene aynı biçimde, makine uygarlığı ile ken­disine tümüyle yabancı kalmış olan bu toplu­luklar arasında kurulmaya başlanan ilişkinin soyutun içinde geliştiğini sanmak da yanlış olur. Gerçekte, bu açık ilişki ortaya çıkmadan önce, öncül etkileri uzun yıllardan beri, kimi zaman uzaktan uzağa bir ikinci yıkım, kimi za­man da gene bir yıkım niteliğinde olan bir özenme biçiminde belli etmişlerdi kendilerini.

Beyaz adamın bunlara karşı bir bağışık­lık geliştirmemiş olan topluluklara soktuğu hastalıkların yıkımlarından çok söz edildi. Bu nedenle, 16. yüzyılda başlayan ve acı sonuç­ları bugün bile saptanabilen hastalıkların ko­ca toplumların kökünü kazıdığını ansıtmak ge­reksiz. Kuzey Amerika ovalarına at nasıl Batı uygarlığından çok daha çabuk yayılarak yerli ekinleri ondan önce alt-üst etmişse, hastalık tohumları da şaşırtıcı bir hızla yayılmıştır: ge­zegenin hâlâ bozulmamış toplumlar bulundu­ğu düşünülebilecek en uzak köşelerinde bile, gerçek ilişkilerin başlamasından yıllarca ön­ce hastalıkların kötü etkileri baş göstermiştir.

Aynı şeyi ana madde ve teknikler için de söyleyebiliriz. Alfred Mâtraux, “Balta devrimi” adlı bir yazıda (Diogene, sayı 25, 1959), demir baltalar kullanılmaya başlanmasının bir yan­dan teknik ve ekonomik edimleri kolaylaştırıp basitleştirirken, bir yandan da yerli uygarlık­ların gerçek bir yıkılışına yol açabileceğini gözler önüne sermişti. Lauriston Sharp'ın in­celediği Kuzey Avusturyalı Yir Yoront'lar, ma­denden yapılmış araçları benimsemekle, taş balta bulundurma, kullanma ve başkasına bırakmaya dayanan ekonomik, toplumsal ve dinî kurumlarının tümünü yitirmişlerdir. Daha ge­lişmiş araçların kullanılması toplumsal örge­nin çökmesi, topluluğun çözülmesi sonucunu doğurmuştur. Ama eskimiş ya da bozulmuş araçlar biçimi altında, kimi zaman da betim­lenmesi bile yapılamayacak döküntüler biçimi altında, savaşların, evlenmelerin, ticarî alışverişlerin yardımıyla, demir, insanlardan daha çabuk ve daha uzaklara gider.

Şöyle bir karşılaşılmış bir uygarlığın yol açtığı bu uzaktan uzağa yıkmalar, yerli toplulukların gerçek bir özenisi biçiminde de çıkabilir karşımıza. Stenner, bir süre önce, Avusturalya, Güney Amerika ya da başka yer­lerde, başka etnologların da başına gelen, es­ki bir deneyini açıkladı. 1930 sıralarında, Avusturalya'nın uzak bir bölgesinde daha tümüyle vahşi durumda bulunan oymaklar yaşadığını haber almış, buraya geldiği zaman, eğreti bir takım Avrupalı ya da Çinli yerleşimleri bul­muştu. Bunlar bölgede elli yıldır birbirini izle­miş, yerli halkı darmadağın etmeyi başarmış­tı. Yerliler göçebe olmuşlar, madenden araç­lar, tütün, çay, şeker ve giysi ardında dolaşıp duruyorlardı. Sözde “vahşiler” içeri bölgelerin son topluluklarıydı, benzerlerinin ardından ön sınırlara gelmişler, toplumsal ve ahlâkî bakım­dan yozlaşmışlardı. Girilmemiş bölgelerde ise kimsecikler kalmamıştı. (W. E. H. Stanner, «Durmugam, a Nangiomeri», Joseph B. Casagrande'ın “İn the Companv of Man”'inde, s. 74-75).

II. GELİŞİME KARŞI DİRENCİN ÜÇ KAYNAĞI

Kültür kopukluklarının belirdiği, somut tarihî çerçeveleri tanımladıktan sonra, daha güvenli bir biçimde, gelişime karşı direncin derin nedenlerini ortaya çıkarmaya çalışabi­liriz.

Ama ilkin yerli kültürün, yetersiz bir bi­çimde de olsa, sanayi kültürünce sağlanan bir tür korunağa sığınmayı başardığı, olağanüstü denilebilecek durumlara özel bir yer ayırmak uygun olacak.

Bunların en ünlüsü, yarım yüzyıldan beri, köprü, gökdelen, v.b. gibi madenî yapıların kurulmasında en iyi uzman takımlarını sağ­layan New York ili lroquois'larının örneği. Bu yatkınlık, bir yandan selleri, uçurumları aşmalarındaki geleneksel alışkanlıkla, bir yandan da bu yerlilerin tehlikelerle dolu olan, saygın­lık ve yüksek kazanç sağlayan -öte yandan zaman zaman yapılan ve belirli bir göçebeliği içeren- bu çalışma alanında belki de eski akınların yerini tutan bir özellik bulmuş olmalarıyla açıklanabilir.

Böyle sürekli olmamakla birlikte, aynı oranda çarpıcı bir örnek de Kanada ve Alas­ka'nın kuzey batısında, kürk ticareti için acentalar kurulmasından sonra, plastik ve grafik sanatlarda görülen olağanüstü gelişim olmuş­tur. Artan boş zamanlar, demir araçların yayıl­ması ve vurgunculuğa elverişli bir zenginlikle birleşince, şöyle böyle elli yıl süresince, gizli bir saygınlık savaşımı eğilimini kızıştırmıştı, değerli nesnelerin ele geçirilmesi, gösteriş aracı yapılması ve yok edilmesinin bu işte bi­rinci derecede bir etkisi vardı. Kalıtçısız ka­lan birçok soyluluk unvanının bir “yeni zen­ginler” sınıfı için aç gözlülükle kapışılan bir toplumsal yükselme aracı durumuna gelmesi­ne bakılırsa, Avrupa hastalıklarının yol açtığı nüfus azalımı da aynı yönde bir etkinlik gösteriyordu. Ama bu iki örnek ve bunlara ekle­yebileceğimiz birkaçıyla ancak ilginç olguları belirtmiş oluyoruz.

Gelişime karşı direncin genel olarak üç derin nedeni bulunduğu anlaşılıyor. Birincisi, ilkel denilen toplumların çoğunun birliği deği­şime yeğ tutma eğilimleri; ikincisi, doğal güç­lere karşı derin bir saygı; üçüncüsü ise tari­hî bir oluşuma katılmaktan tiksinme.

A) Birlik istemi

İlkel denilen kimi toplumların gelişim ve sanayileşme karşısındaki dirençlerini açıkla­mak için, bunların yarışmacı olmama niteli­ğinden sık sık söz edilmiştir. Ama şurasını da belirtmek gerekir ki, gözlemcileri şaşırtmış olan edilgenlik ve ilgisizlik, başlangıçtan beri süregelen bir koşulun değil de yabancılarla ilişkiye girmenin yarattığı sarsıntının bir so­nucu olabilir. Bununla birlikte, bu yarışma an­layışı yokluğunun çoğu kez dışardan gelen bir durumun ya da eski bir koşullanmanın sonucu olmaktan çok, insanın dünya ve benzerleriyle bağıntılarına ilişkin bir anlayışın karşılığı olan, bilinçli bir ilerlemenin sonucu olduğu konusun­da ne kadar durulsa az. Batı dünyasında gör­düklerimizden çok farklı tutumların ne derin biçimde köklenmiş olabileceğini, eğlenceli bir biçimde, çok yakın bir geçmişte. Yeni Gine'de, Gahuku - Kama'lar arasında yapılmış bir göz­lem gösteriyor bize. Bu yerliler misyonerlerden futbol oynamayı öğrenmişlerdi, taraflardan birinin yengisini arayacak yerde, oyunları yen­gi ve yenilgiler birbirleriyle tam olarak denkleşinceye dek çoğaltıyorlardı. Oyun bizde olduğu gibi bir kazanan olduğu zaman değil, kimsenin kaybetmeyeceği kesinleştiği zaman sona eriyordu (Read, s. 429).

Başka toplumlarda, buna karşıt, ama aynı ölçüde gerçek yarışma anlayışına ters dü­şen gözlemler yapılacaktır: örneğin biri dirile­ri, biri ölüleri simgeleyen iki takım arasında yapılan ve birincilerin yengisiyle bitmesi ge­reken geleneksel oyunlarda.

Gene bu Gahuku-Kama'lar, Yeni Gine'de sık sık rastlandığı gibi, siyasal sorumlulukları önder ile söylevci arasında paylaştırırlar. Söylevcinin görevi, uzlaşmazlıkları açık ve sataş­kan bir biçimde ortaya atmaktır. Önderse, tam tersine, yatıştırmak, barış sağlamak, orta çözümleri bulmak için araya girer. «İlkel» de­nilen toplumların hemen hemen tümünde, top­lumsal bağlılık ve anlaşma her türlü yeniliğe yeğ tutulduğundan, çoğunluğun oyuyla alın­mış bir kararın tasarlanmaz olması bu bakım­dan çarpıcıdır. Burada kararlar ancak oybirli­ğiyle alınır. Hattâ, dünyanın birçok bölgelerin­de saptandığı gibi, kararlardan önce yalancık­tan savaşlar yapılarak eski kavgalar çözüme bağlanır. Oylama ancak dinginleşip yenilen­miş topluluk vazgeçilmez bir oybirliğinin koşullarını gerçekleştirdikten sonra yapılır.

B) Doğa saygısı

Gelişim karşısındaki kimi direnmeler de birçok ilkel toplumların doğa ile kültür arasın­daki bağıntıyı düşünme biçimleriyle açıklana­bilir. Gerçekten de, bu görüş doğa karşısında kültürün koşulsuz önceliğini içerir. Hiç şüp­hesiz, iki evren arasındaki kopukluk her yer­de benimsenmiştir ve, ne kadar alçak gönül­lü olursa olsun, bulunup kullanılmaları insanı hayvandan ayıran sanatlara değer vermeyen hiçbir toplum yoktur. Bununla birlikte, «ilkel» denilen toplumlarda, doğa kavramı her zaman bulanık bir nitelik taşır: doğa ön-kültürdür, aynı zamanda da alt-kültürdür, ama üzerinde insanoğlunun atalar, ruhlar ve tanrılarla ba­ğıntıya geçmeyi umabileceği alandır her şey­den önce. Öyleyse doğa kavramında «doğaüstü»nün de yeri vardır ve bu «doğaüstü», do­ğanın üstünde olan kültürün de üstündedir.

Bu koşullar altında, işin özü, yani insan ile doğaüstü dünya arasındaki ilişkiler söz konusu olur olmaz, tekniklerin, işlenmiş malların yerli düşüncesinde bir tür değer azal­masına uğramasına şaşmamak gerekir. Ge­rek antik çağlarda, gerek Batı folklorunda ve çağdaş yerli toplumlarda, tören ve âyinle­rin türlü evrelerinde, bölgede işlenip yapılmış ya da kullanıma yeni girmiş nesnelerin ya­saklanmasına birçok örnek gösterebiliriz. Ki­lise büyüklerinin ve İslam'ın faizle borç ver­meyi yasaklamasında da görüldüğü gibi, bu­rada, şu ya da bu yasağın açık amacının çok ötesinde, davranışlara yön veren «araçsallık» diye adlandırabileceğimiz şeye karşı çok de­rin bir direnç var.

Taşınmaz mal alım satımına karşı tik­sintiyi de ekonomik düzenin ya da toprak or­taklığının dolaysız bir sonucu olarak yorum­lamaktan çok, bu açıdan yorumlamak uygun olur. Örneğin Birleşik Devletler'deki topu to­pu yirmi, otuz aileden oluşan, yoksul yerli top­lulukları, birkaç yüz bin, kimi zaman da bir­kaç milyon dolar tutarında ödenceleri kap­sayan kamulaştırmalar karşısında direniyorlarsa, ilgililerin söyledikleri gibi, belli bir top­rağı vazgeçemiyecekleri, başka bir şeyle de­ğiştiremeyecekleri bir “ana” olarak gördükle­ri içindir. Bu akıl yürütmenin daha ileri götü­rüldüğü durumlar da var: komşularının (ör­neğin lroquois'ların) tarım tekniklerini çok iyi bilen, ama, «toprak anayı yaralama»nın ya­sak olması nedeniyle, ekime çok elverişli olan temel besinlerini (yaban pirincini) elde etmek için bu teknikleri uygulamaya yanaşmayan, yabani tohum toplayıcı topluluklar görülmüş­tür (Büyük Göller bölgesinde Menomini'ler). Böyle durumlarda, kültür karşısında doğaya tanınan öncelik söz konusudur. Bunu geçmiş­te bizim uygarlığımız da yaşamıştır, kimi kuş­ku ve buhran dönemlerinde gene yüzeye çık­tığı da olur, ama «ilkel» denilen toplumlar­da, çok sağlam biçimde köklenmiş bir inanç ve yaşayış sistemi olarak karşımıza çıkar.

Cinselliğe göre işbölümünün teorik te­melini de aynı karşıtlık oluşturur. Toplumla­rı kendi aralarında karşılaştırdığımız zaman bu iş bölümü ne denli değişken görünürse gö­rünsün, değişik biçimlerde yorumlanan ve uy­gulamaları şurda burda farklılık gösteren, de­ğişmez öğeleri içerir. Böylece, doğa/kültür karşıtlığı ile kadın/erkek karşıtlığı arasındaki benzeşiklik gereği, doğa düzleminde olduğu düşünülen (bahçıvanlık gibi) ya da kişiyi doğal ürün ya da nesnelerle doğrudan ilişkiye geçiren (elle biçimlendirilen çömlekçilik, do­kuma ve örme) işler kadınlara ayrılmıştır, oy­sa erkek aynı türden çalışmalara yapımı be­lirli bir karmaşıklığa ulaşan (ve toplumlara göre değişen) araç, makineler biçiminde kül­türün araya girmesi gerektiği zaman girişir.

C) Tarihin yadsınması

Bu çifte açıdan bakılınca, «tarihsiz» top­lumlar sorununu ortaya atmanın ne denli boş olduğu seziliyor. Sorun «ilkel» denilen top­lumların bizim anladığımız anlamda bir tarih­leri olup olmadığını bilmek değil. Bütün öte­kiler gibi bu toplumlar da zamanın içindedir­ler, ama, bizim toplumlarımızda görülenin ter­sine, tarihe yan çizer, tarihi bir oluşuma benzeyebilecek şeyi kısırlaştırmaya çalışırlar. Gü­ney Afrika'da yaşayan Lovedu'lerin bir atasözünün özlemli ve anlamlı bir biçimde belirt­tiği gibi, hiç kimse anasının karnına döneme­yeceğine göre, en iyisi eve dönmektir...

Bizim Batılı toplumlarımız değişmek için yapılmış, yapılarının ve örgütlenmelerinin il­kesi bu. “İlkel” denilen toplumlarsa, her şey­den önce üyelerince hep aynı kalacak biçim­de tasarlandıkları için böyle görünür bize. Dı­şa açılışları sınırlıdır. Bizim “hemşerilik anla­yışı” diye adlandırabileceğimiz şey, onlarda ağır basar. Yabancı, yakın komşu da olsa, pis ve kaba sayılır; çoğu kez insan niteliği bile yadsınır. Buna karşılık, toplumun iç yapısının daha sıkı bir örgüsü, bizim karmaşık uygar­lıklarımızda olduğundan daha zengin bir de­koru vardır. Hiçbir şey rastlantıya bırakılma­mıştır burada, her şey için bir yer bulunması ve her şeyin yerinde durması ilkesi, bütün ahlakî ve toplumsal hayatı belirler. Aynı za­manda, çok düşük bir teknik ve ekonomi dü­zeyinde bulunan toplumların nasıl bir rahat­lık ve bütünlük duyabileceklerini ve her biri­nin üyelerine yaşama çabasına değen tek ha­yatı sunduğu inancını taşıyabileceğini de gös­terir. Belki böylece mutluluk da veriyordur on­lara. Ama bu mutluluk tam olmak istediği için, her biçim zorunlu olarak başka biçimlerden ayrılıyor ve olguda olmasa bile yasada geçer­lik buluyor.*

* Anthropologie Structurale-II.