Makaleler Makale ve Araştırmalar Felsefe Nietzsche ve Batının Ölen Tanrısı Üzerine
Makale Başlığı: Nietzsche ve Batının Ölen Tanrısı Üzerine

Nietzsche ve Batının Ölen Tanrısı Üzerine

Yazar: Fahrettin Korkmaz • Eklenme Tarihi: 02.06.2007 • Görüntüleme: 4.952

Özet:
Friedrich Nietzsche; bazılarına göre dahi, bazılarına göre geleceği gören ve okuyan nadir insanlardan biri, bazılarına göre din düşmanı, bazılarına göre deli, bazılarına göreyse şarlatanın teki... bir insan üzerine ancak bu kadar uç noktada yorum yapılabilirdi herhalde...

Kelimeler:
Nietzsche ve Batının Ölen Tanrısı Üzerine, Fahrettin Korkmaz, makale

Friedrich Nietzsche; bazılarına göre dahi, bazılarına göre geleceği gören ve okuyan nadir insanlardan biri, bazılarına göre din düşmanı, bazılarına göre deli, bazılarına göreyse şarlatanın teki... bir insan üzerine ancak bu kadar uç noktada yorum yapılabilirdi herhalde...

F.Nietzsche filoloji üzerine uzun süreli çalışmalar yapmasına rağmen, sonradan felsefeyle ve edebiyatla- özellikle şiirle- ilgilenmiş; ancak felsefe alanındaki çalışmalarla tanınmış bir düşün adamıdır. Felsefe alanında existansiyalist akımın önde gelen filozoflarından biridir. Nietzsche’nin felsefe tarihi içerisindeki ilginç yanı, kendi dönemi içerisinde pek dikkate alınmayan, anlaşılmayan, dışlanan ; ancak öldükten yaklaşık bir asır sonra tüm dikkatleri üzerine çeken ve 20.yy. düşün dünyasını derinden etkilemesidir.

Bu çalışmada Nietzsche’nin kendi zamanına şiddetle karşı çıkılan ve zamanın dini otoriteleri yanında bir çok kesim tarafından yerden yere vurulan bir görüşü üzerinde durulacaktır.“Ve Tanrı, öldü.” sözünün arka planında yatan gelişmeler incelenmeye çalışılacaktır.İlk duyulduğunda özellikle inanan kişiler üzerinde ciddi anlamda gerginlik yaratan ve hemen tepkiye açık olan , birçoklarına göre saçma sapan, bazılarına göreyse doğru ve yerinde söylenmiş bir söz olarak batılı insanın tanrısının ölümü tartışılacak...Bu makalede ağırlıklı olarak bu sözün batı düşün tarihinin gidişatı da göz önünde bulundurarak cevap aranmaya çalışılacaktır.

Nietzsche’nın bu sözü söylediği dönem 19.y.y’dır.Bu dönemde en temel felsefi problem insan problemidir. Tüm teknolojik gelişmelere ve refah seviyesinde maddi anlamda ciddi gelişmelere rağmen ,devamlı mutsuzluğu artan değerler sisteminin yerle bir olduğu, hayata sürekli paradoksal pencereden bakan ve yaşadığı hayattan zevk alamayan batılı insan... Doğanın şifrelerini çözen, bilimsel ve sosyal alanda çok iyi bir bilgi birikimine sahip olan; ancak kendine faydası olmayan insan...Her şeyin karar mekanizması olarak aklını gören ancak aklın da sınırlılığını bir türlü kabul etmeyen ve bunu gördüğünde aslında pek fazla inanmadığı ; başka kurtuluş yolu olmadığı için yöneldiği dinin tarihsel dönüşümü, bu makalede batının temel düşünce yapısı içerisinde sorgulanacaktır.

Batı düşüncesinin temel karakteristik özellikleri ,içinde dualistik,humaniter ve seküler yapısı sayılabilir. Bu yapının arkasında hemen her alanda bir ayrışım ve çatışmanın söz konusu olduğunu görüyoruz. Batılı insan, gelişimin ancak bir çatışma ortamında gerçekleşeceğine sonsuz bir inanç vardır. Bu çatışmayı insan-tanrı, insan-doğa, burjuvazi-proletarya, biz-öteki v.b gibi birçok alanlarda görmekteyiz; ancak bu makalede özellikle dini alandaki savaşım ya da insan-tanrı çatışması irdelenecektir.

Greko-romen kültüre baktığımızda, Tanrılar arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir üstünlük savaşı hemen göze çarpar. Daha sonra bu savaş Promete’nin insanın mutluluğu için tanrının yanından ateşi çalmasıyla birlikte; insan-tanrı savaşına dönüşmüştür. Özellikle ortaçağda bu çatışma Tanrı lehine ezici bir şekilde sonuçlanmış gibi görünse de, hiç bir şekilde tamamen ortadan kalkmamış; özellikle Galileo’nun ortaya attığı dünya görüşüyle yeniden alevlenmiş ve bu görüş temel dini kaynakla çeliştiği için-yani tanrının inciline karşı alternatif bir okuma getirdiği için-şiddetle bastırılmıştır. Martin Luther’in ve Kalvin katolik yoruma alternatif olarak, öze dönüş parolasıyla yola çıkmışlardır.Protestanlık olarak bilinen bu akım,iyi niyetle başlamış; ancak sonradan amacını açmış bir geleneği temsil eder.Ortaçağda dinin baskısı altında tamamen ezilen insan,incile farklı bir formatta yorum getirerek ;sanki ortaçağda tanrı karşısındaki bu ezikliğini telafi etmek ve öç alma kaygısıyla kinle incile yönelmiştir.Bu yöneliş, bir anlamda İncil okumalarını tanrı bakış açısından çıkartıp; insanı merkeze alan bir değerlendirme içerisine sokmuştur.Bundan dolayı da İnsan-tanrı savaşımında ibre tekrar insan tarafına dönmüştür.

Çatışmacı gelenek içerisinde özelde dinin geneldeyse Tanrı’nın yavaş yavaş çeşitli alanlardan-bilimden, sosyal yaşamdan, dinden, dünyayı algılayış ve ontolojik hiyerarşi içerisindeki yerlerin değişimi –koparıldığına ve dışsallaştırıldığına şahit oluyoruz. Bilimsel olarak R.Bacon’la başlayan bilimsel kriterlerin oluşmasında değerli olanın, incelenmesi gerekenin, niceliksel ve matematiksel olarak ifade edilmesine yapmış olduğu vurgu, bir şekilde dini bilimden ayırmış ve onu ikinci bir konuma yitmiştir. Her ne kadar bu söylem kendi döneminde bu şekilde algılanmamış olsa da, ardından gelen gelişmeler bunun yukarıda belirtildiği şekilde anlaşıldığını açıkça ortaya koymuştur. Rene Descartes, Spinoza ve Leibniz’in savunuculuğunu yaptığı rasyonalizmin, dini spekülatif bir bilgi olarak görmesi; özellikle Descartes’in temel paradigmasına ulaşmak için içine düştüğü solipsizmden kurtulmak ve Tanrıyı atlama taşı olarak kullanması insan-tanrı çatışmasında insan tarafının iyiden iyiye güçlenmesini sağlamıştır. Rasyonalizmle birlikte insanın ontolojik hiyerarşi içerisinde yeri de değişmiştir. Aklın bu kadar öne çıkarılması artık dünyayı anlamlandırırken, yorumlarken temel referans kaynağının Tanrıdan insana kaydığının en belirgin göstergesidir.

Bu yaşama en uygun olarak,yaşanılan dönemin düşünce yapısına uyan Tanrı anlayışı olarak da deist anlayış benimsenmiştir. Bu anlayış insanla Tanrının hâkimiyet alanlarını da belirleyen; ancak tanrının hâkimiyet alanlarının insanın insafına bırakıldığı bir anlayıştır. Bu seküler anlayışta Tanrı dünyayla ilgili olarak yapacaklarını yapmış; doğaya ve yaşama insanın aklıyla bulabileceği belli kanunlar ve şifreler koymuştur. İnsana düşen görev, sadece bu şifreleri aklını kullanarak çözmektir. Tüm diğer alanlarda olduğu gibi dine yönelik okumalar da insan aklı merkeze alınarak yapılmalıdır. Dinin bu şekilde değerlendirilmesi 2 yönelime kapı açmaktadır: Ya Tanrı insan aklına uygun hale getirilecek yani insanileştirilecek ya da tamamen akıl dışı olarak nitelendirilip bu dünyanın dışına itilecektir. Bu anlatımlar farklı anlamlar ifada ediyormuş gibi görünse de aynı anlam içeriğine sahip bir önermenin iki farklı yüzünü oluşturur.

Özellikle 18.y.y’a damgasını vuran ampirizm ile birlikte Tanrı’nın ontolojik hiyerarşideki yerini bir yana bırakın; varlığı ve yokluğu ile ilgili ciddi tartışmalar- özellikle bilim ve felsefe çevresinde-başlamıştır. Özellikle D. Hume’un kötülük problemi ile ilgili görüşleri kendi çağında büyük yankı oluşturmuş ve önceleri entelektüel ortamlarda oluşan tanrının varlığına ilişkin şüpheler artık batılı normal halk içerisinde de ses bulmaya başladı. Aklın önderliğinde yapılan birçok buluş ve keşifler bir an da insanın kendine olan güvenini arttırmıştır; ancak bu güven evrenin merkezinde kendine görecek kadar pervazsızca olmuştur.

18.y.y’ ın en büyük fikir hareketi hiç şüphesiz aydınlanmadır. Bu akımın özelde akla geneldeyse insana yaptığı aşırı güven artık Tanrıdan boşalan ve ontolojik hiyerarşide en üstte konumlanacak varlığın da kim olacağına cevap oluşturmuştur: insan. Ortaçağdaki Tanrının konumu neyse özellikle aydınlanma sonrası insanın konumlandırılışı da o şekilde anlaşılmıştır. Varolan ne varsa-din, bilim, hayat, tanrı, sanat, ahlak, v.s v.s- değerini ancak aklın ortaya koyduğu kriterlerdeki uygunluğuna bakılarak karar verilecektir. Bu, insanın ,insani özellikleri aşarak tanrının özelliklerini de sahiplenmesi demektir ki asıl insan ile ilgili sorun da buradan kaynaklanmaktadır.

Batılı insana ontolojik sıralamadaki en üst noktadaki yük çok ağır gelmiş ve bir dizi sorunlar sonucunda hemen bu yüzyılın sonunda 19.yy. en temel sorun, bunalımlar içinde kıvranan ve büyük bir kaos yaşayan insanın kendisi olmuştur. Entelektüel kesimde bulunan ve topluma yol gösteren düşün adamları, insanın içinde bulunduğu bu duruma çözüm arayışı içine girmişlerdir. Özellikle Schleilmacher’in dinin son noktada bireysel yaşaması gerekliliğine ortaya koyduğu görüşü, dinin kapsamını ancak bireysel alanda geçerliliği olan bir alanmış gibi okunmasına yol açmış ve insan yaşamı dinsel alan-din dışı alan olarak kesin çizgilerle ayrılmasına vesile olmuştur.

Tanrının tarih içerisindeki batılı dünyadaki seyri genel olarak bu şekilde özetlenebilir. Ortaçağda zirveye ulaşan Modern dönemdeyse elleri kolları bağlanmış, insanileştirilmiş,sekülerleştirilmiş,tamamen geçerliliğini yitirmiş,hayatla ilgili söyleyecek sözü kalmamış ve hatta varlığına dair derin şüpheler duyulan bir batılı tanrı anlayışıyla karşı karşıya kalınılmıştır.Modern dönemin insana ait problemleri aşmak için bulunduğu konumu terk ederek tekrar dine yönelmesinin büyük bir tutarsızlık ve çelişki olduğunu iddia eden Nietzsche gerçekten de bu anlamda haklı görünmektedir.Yaklaşık olarak 500 yıl boyunca devamlı tanrının özerklik alanını sınırlayan ve bu alanlarda söz söyleyen insan şimdi çıkmaza düştüğü anda tekrar Tanrıya dönüşü ve oradan bir çıkış yolu aramasını Nietzsche ikiyüzlü bir durum olarak değerlendirmektedir. İnsanın bu alandaki en büyük problemiyse Tanrıdan boşalan bu alanın genişliğine karşı içine düştüğü çaresizlik durumudur.Tanrı’yı eğer bu dünyadan dışsallaştırmışsak o zaman onun yerine geçen varlık -ki bu insandır-hayatı yeniden , yeni kavramlarla ve görüş açılarıyla inşaa etmek zorundadır.Tanrıyı hayatın her alanından koparmış olan batı insanı, onun yerine doyurucu bir anlayış getirememiş ve varlığıyla ilgili şüphelere düştüğü Tanrıya tekrar yönelişine Nietzsche şiddetle karşı çıkmıştır.Hayatın her alanında geçerliliğini yitirmiş olan düşüncede hiç bir yönü kriter olarak alınmayan ,bir varlığın ölümünden bahsetmek herhalde pek de saçma olarak algılanmamalıdır.Bu konuda asıl sorun Tanrıya olan inançtan ziyade tamamen dejenere olmuş değerler sistemine yeniden bir anlam kazandırma mücadelesi olarak algılanmalıdır.

Batılı insan tam da bu noktada Nietzsche’ye tepkisini ortaya koymuşlardır. Nietzsche topluma bu gerçeği acı da olsa tüm çıplaklığıyla ilk kez ifade etmesi bakımından ve batılı insanın çelişkisini açıkça ortaya koymasından dolayı şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. .Nietzsche’nin bu duruma getirdiği çözüm önerisi: Tüm yönleriyle hayattan kopardıkları tanrının artık bir tarafa bırakılıp değerlerin,erdemlerin,ahlakın yeniden inşası için insanın kendini bu büyük sorumluluğun öznesi olarak görmesi gerekliliğini belirtmiştir.Nietzsche yaptığı bu teklifin ağır bir teklif olduğunun farkında; ancak bundan başka bir çıkış yolunun olmadığını düşünmektedir.Bu çok ağır bir sorumluluk ve insanın nihilizme kayması gerçekten de an meselesidir.Ancak Nietzsche buradaki nihilizmi devamlı kalınan bir durum olarak değil de sık sık içine girilen ve sıçrama olanağı veren bir alan olarak görür.19.y.y’dan bu yana insan problemine çeşitli yorumlar getirilmeye çalışılmış ve bu sorunun atlatılması için değişik çevrelerden birçok çözüm önerileri getirilmiş olmasına rağmen; ancak devamlı temel sorunun etrafında dolaşılmış kimse Nietzsche kadar sorunu açık ve net olarak ortaya koyamamıştır.

Sonuç olarak Nietzsche’nin dediği gibi batının Tanrısı hayatın her alanından dışsallaştırarak, işlevsizleştirilerek bir anlamda öl(dürül)müştür; ve batılı insan oradan kaynaklanan boşluğu bir türlü dolduramamıştır. Soru açık ve netken cevabı maalesef o kadar kolay değildir.Yaklaşık bir asırlık sürede en azından doyurucu bir çözüm bulunamamıştır. Çözüm önerisi iddiasında olan herkesinde bir şekilde Nietzsche’nin ortaya koyduğu bu çözüm önerileriyle hesaplaşması gerekmektedir. Çünkü batının tarihsel gelişimi içinde tam bu noktada karar vermeye mecburdur.Yoksa yarı seküler mantıkla yaşam ;yarı dinsel yaşam varolan kaosu daha da derinleştireceğini düşünüyorum.