Makaleler Makale ve Araştırmalar Makaleler Bir İlimcinin Bir Felsefeciye Mektubu ve Hakikât Arayışı
Makale Başlığı: Bir İlimcinin Bir Felsefeciye Mektubu ve Hakikât Arayışı

Bir İlimcinin Bir Felsefeciye Mektubu ve Hakikât Arayışı

Yazar: Unknown • Eklenme Tarihi: 29.04.2006 • Görüntüleme: 3.392

Özet:
Trabzon daki o muhabbetin tadı damağımda kaldı ama ne yaparsın ki yapmamız gereken zorunlu uğraşlarımız var. Ben de o sebeple İstanbul’a geri döndüm. Geçen gün senin vecd ile ilgili bana yolladığın yazını okudum

Kelimeler:

Trabzon daki o muhabbetin tadı damağımda kaldı ama ne yaparsın ki yapmamız gereken zorunlu uğraşlarımız var. Ben de o sebeple İstanbul’a geri döndüm. Geçen gün senin vecd ile ilgili bana yolladığın yazını okudum. Hoşuma gitti ama daha fazla yazını okumam gerekir ki bi fikre sahip olabileyim yazdıklarının geniş manası konusunda. Bu sebeple diğer yazılarını da aynı heyecanla beklediğimi belirtmek isterim.

 Yazıyı gene de eksik veya bazı konularda anlaşılmaz bulursan sevinerek sorularını cevaplarım.

 Mavi puntolar bana aittir;izah için araya girdim,bağışla.

 Kemal Yılmaz

 Atomlar ve Maddenin Temeli
Prof.Dr. Osman ÇAKMAK
Fransız bilim adamı Jean Guitton, temel parçacıklar arasındaki devasa ‘boşluk’tan söz ederken konunun daha iyi anlaşılması için şöyle bir misâl verir:
“Eğer bir oksijen çekirdeğinin protonunu (proton atomun çekirdeğini oluşturan temel yapıtaşlarından biridir. KY) şu önümdeki masanın üstünde duran bir toplu iğnenin başı gibi düşünürsem, o zaman çevresinde dönen elektron Hollanda, Almanya ve İspanya’dan geçen bir çember çizer (Guitton, Fransa’da yaşamaktadır).  Onun için bedenimi oluşturan bütün atomlar birbirine değecek kadar bir araya gelseydi, artık beni göremezdiniz. Jean Guitton, milimetrenin birkaç binde biri boyutunda ufacık bir toz zerresi olurdu.” ( o akşam benzer örneği vermiştim hatırlarsan KY)
Eğer bir elmayı dünya kadar büyütebilmek mümkün olsaydı, bu büyüklükle orantılı olarak, elmayı oluşturan her bir atom, futbol topu büyüklüğüne gelecekti. İşte o zaman onlardan bir tanesini elimize alır, evirir çevirir ve atom hakkında merak ettiğimiz her şeyi öğrenebilirdik değil mi?!.
Yok, hayır!
Bu kadar basit değil. Maalesef, dünya kadar büyük bir elmanın futbol topu kadar büyük atomları bile, onlar hakkında yeterince bilgi edinmemiz için hâlâ daha çok küçüktür.
Eğer atom çekirdeğini görmek istiyorsak, atomu futbol topu kadar değil de, bir kasaba kadar büyütmemiz gerekir. İşte o zaman çekirdek, ortada bir futbol topu kadar dururken onun 1.000 metre kadar uzağında dönüp duran elektronlardan herhangi birisi ancak bir bilye büyüklüğüne gelir.
Şimdi bu misâli en küçük atom olarak bilinen hidrojene uygulayalım.
(hidrojen atomu evrende bilinen en küçük atomdur. Bu atomda sadece bir tane elektron bulunmaktadır. Mesela oksijen atomunda sekiz tane elektron bulunur. KY) Eğer hidrojen atomunun çekirdeği bir futbol topu kadar büyürse, atomun kendisi 2.000 metre çapında bir küre olarak karşımıza çıkar.

Boşluğun yeni adı: Kuantum alanı
Atomu keşfeden bilim adamları, aslında büyük bir ‘boşluğu’ keşfetmiş oldular. Atomdan söz ederken ‘büyük’ ve ‘boşluk’ kelimelerinin aynı cümle içinde kullanılması ilk anda tuhaf gelebilir.
Biri kötümser, diğeri iyimser iki kişi, bir de fizikçi, bulutsuz bir gecede gökyüzüne bakmışlar. Kötümser adam; “Ne kadar büyük bir boşluk bu.” demiş. İyimser olanı ise; “Ne kadar da çok yıldız var.” diye ona karşılık vermiş. Fizikçi ise, o ân bir şey söyleyememiş; çünkü o, ne gördüklerinden ne de göremediklerinden eminmiş!
Son yıllarda modern fizikteki gelişmeler, madde, parçacık ve ‘boşluk’ kavramlarını da değiştirdi. Yeni fizik ‘boşluk’ kavramını yepyeni bir kimliğe bürüdü. ‘Boşluk’ âdeta canlandı ve kâinatın “yaşama ortamı, hayat nefesi veya enerjisi” şeklinde tarif edilir oldu.
Gökyüzüne bakan fizikçinin gördüğü kuantum alanı, bugüne kadar ‘boşluk’ dediğimiz şeyin adıydı.
Kuantum alanı, biçimsiz ve şekilsizdir; bütün biçimlerin tarlası ve bir bakıma kâinatın hamurudur. Parçacık dediğimiz sert ve katı madde bu alanın yer yer yoğunlaşmasından ibarettir. (Bu söz Einstein’a aittir ve gerçekten çok ama çok mühimdir. 20. yy. ın başına kadar Newton mekaniğine göre katı maddelerin yada parçacıkların neredeyse sonsuz büyüklükteki evrenin boşluğunda kendine münhasır “şey” ler olduğuna inanılıyordu. Hemen aşağıda yazarın da değindiği gibi Einstein evrenin yekpare olduğunu ve bizim madde diye adlandırdığımız “şey” lerin aslında bu evren alanında aşırı yoğunlaşmış lokal bölgeler olduğunu söylemiştir. KY) Kuantum alanı aynı zamanda faaliyet, nakil ve münasebet ağlarının ortamıdır. Bu yaklaşımın, boşluğun “esir”le kaplı olduğunu ifade eden kadîm anlayışa ne kadar yakın olduğu dikkat çekicidir. (!)
Albert Einstein, maddeyi, bu alanın aşırı derecede yoğunlaştığı uzay bölgeleri olarak tarif ediyordu. Yeni fizik anlayışına göre, hem madde, hem de maddenin bulunduğu alan aynı şeydi. (!)
Kuantuma göre, bir okyanus gibi düşünülebilecek uzay boşluğunda ‘madde’ denilen adacıklar, alttaki karalar vasıtasıyla birbirine bağlantılıdır. Kuantum alanı kavramına göre uzay kararlı bir dalga bütünü ve birliği olup, bu etkileşmeler “dalgalar” şeklinde gerçekleşmektedir.
Boşluklar ‘boşluk’ değil
Dünyada duyularımızla algılayabildiğimiz miktarda boşluk, “içinde hiçbir şey olmayan yer” demekti. Oysa içinde yaşadığımız kâinat, başlangıcı olan bir şey olduğundan, onun içindeki “her yer” sonradan “var” olan tek bir yerdi. Dolayısıyla “içinde hiçbir şey olmayan” bir yerin bu kâinatta olması mümkün değildi.(!) Özetle, sonradan var edilmiş olan bir yerin, her yerinde mutlaka bir şeyler var olmalıydı. Denizin içinde kuru bir yer olmadığı gibi, bu yoktan var edilen varlık denizinin içinde de, yokluk mânâsında (kuru) bir boşluk olmamalıydı. İşte, kuantum bilimi, kâinatı yekpare bir bütün olarak tanımlarken, orada mutlak mânâda bir ‘boşluk’ olmadığını söylerken, bir bakıma bu gerçeğin altını çiziyordu. Başka bir deyişle, içinde ‘yok’luk mânâsında ‘boş’ bir alan barındırmayan kâinat, ‘var’ edilmiş bir âlemdi. (Aslında bu söz bile yeterince kafa yorulduğunda kanımca alemin yaratılmış olduğunu ispatlar. KY)
O hâlde, “eğer çevremizdeki her şey ve hattâ insanlar bile büyük çoğunluğu boşluktan oluşan atomlardan ibaretse, gerçekte maddî yapımız bu kadar az ise, neden kapalı kapılardan, duvarlardan çizgi roman kahramanları gibi geçip gidemiyoruz? Maddeleri katı ve sert yapan nedir?”
Aslında bu soruyu cevaplandırmak hiç de kolay değildir. Elektronlar atom gibi küçük bir mekânda yaratılmış ve kendilerine olağanüstü büyüklükte bir hız verilmiştir. Normal bir elektron, atom içinde saniyede yaklaşık 1.000 km gibi bir hızla hareket eder (veya çekirdek etrafında bir saniyede yaklaşık bir milyon tur atar). (!) Bu olağanüstü hız sonunda, atom katı ve sert bir kütle görünümüne bürünür. Bunu eski model uçakların pervanelerinin, hızla dönerken yuvarlak ve tam bir katı yüzeymiş gibi görünmesine benzetebiliriz. (Hoca eski uçak pervanesi örneğini vermiş, hatırlarsan ben de helikopter pervanesi örneğini vermiştim KY)

Elektronun garipliği
Elektronların -hiçbir parçacığın yapamayacağı şekilde- iki deliği olan bir engelin, iki deliğinden de aynı anda geçebilmesi gibi özellikleri, ilim adamlarını şaşırtmakta, ışın-dalga özelliğinden de öte metafizik konuları gündeme getirmektedir.(Bak işte bu benim düşünme kabiliyetimi hızla duvara yapıştıran okkalı bir gerçekliğin ifadesidir! Iki delikten de aynı anda geçebilmesi… İlerde inşallah bu konuyu da elimden geldiğinde açıklamaya çalışırım. KY ) Elektron gibi, atom altı taneciklerin tanecik yapıları da madde anlayışıyla tamamıyla çelişen bir durum ortaya koymaktadır. Kuantum mekaniğinin bulgularına göre aslında parçacık da, dinamik bir etki veya hareketten ibarettir.(!) Parçacıklar enerjiden oluşturulabildikleri gibi, tamamen enerjiye de çevrilebilir. Kısacası, yaşadığımız dünyada “temel parçacık”, “maddî öz” veya “yalıtılmış nesne” gibi klâsik tabirler artık bir tarafa bırakılıyor.
Ne var ki, madde anlayışımızdaki bu değişiklikler gördüklerimizin ve nesnelerin bir hayâldan ibaret olduğu mânâsına da gelmez. Ortaya çıkan gerçek, zannedildiğinin aksine madde taneciklerinin bizzat sabit bir hakikatlarının bulunmadığı, bağımsız bir öz olmadıklarıdır. Madde, hattâ enerji veya mânâ diye görünen ve yansıyan ne varsa, ona ne ad verirsek verelim, bunlar ‘yok’u var eden bir Yaratıcı’ya ait İlâhî isimlerin tecellisinden başka bir şey değildir. Bunu şöyle misâllendirebiliriz:
Bir gölge oyunu düşünelim. Işık kaynağının biraz uzağında bulunan perdede seyircilerin gördüğü görüntü, ‘asıl’ değildir. Asıl olan ya perdenin arkasında veya ışık kaynağının önünde duran başka bir cisimdir. Görünen, o cismin kendisinin ve hareketlerinin yansımasıdır. Eğer gölge oyununun mantığını bilmiyorsak, perdede görünenin asıl olduğuna hükmedebiliriz. (Platon, nur içinde yatsın.) Oysa perdedeki yansıma ‘var’ olmakla birlikte, varlığı kendinden ve gerçek bir varlık değildir. Bu misâlde olduğu gibi madde de, ‘var’ olmakla birlikte varlığı ve ‘var kalabilmesi’ kendinden değildir.
Henüz kuantum dünyasının keşfedilmediği bir devirde Newton fiziği, maddenin katı, sert ve sürekli olduğu gerçeğinden yola çıkıyordu. Dokunulan her şey (duvarlar, ağaçlar ve bütün eşyalar), maddenin katı ve sert hâlini gösteriyordu. Oysa gözle değil de bir elektron mikroskobuyla bakıldığında orada görülen şey, % 99 boşluk ve % 1 ışıktan ibaretti. Küçücük bir ışık kaynağını karanlık bir odada hızla çevirsek, ışıktan bir çember oluştururuz. Bu ışık kaynağına ikincisini, üçüncüsünü hattâ dördüncüsünü ilâve edip bunları ışıktan küreler oluşturacak şekilde hareket ettirsek uzaktan bakan birisi karanlık içinde ışıktan bir çember değil bir küre görecektir. Bu kürelerin sayısını artıracak olursak, üç boyutlu bir madde modeli oluşturmuş oluruz. İşte kuantum fiziğine göre yaşadığımız kâinattaki madde, kabaca bu örnekteki gibidir. Kısaca, madde, bilardo topları gibi katı taneciklerin bir araya gelmesinden oluşmamaktadır. Bizim temel yapı taşımızın televizyondaki bir insan imajından pek farkı yoktur aslında. Ve denebilir ki elektrikler kesilince nasıl bir televizyon yayını yok oluyorsa, bize çok sağlam görünen bu kâinatın da bir emirle bir anda yok olması mümkündür.
Bu televizyon benzetmesi şu soruyu da akla getirir: Televizyon yayını ve kâinatın temel yapıtaşları aynı olduğuna ve televizyonlar her an yeni yayınla tazelendiğine göre, acaba kâinat da dâimî olarak her an yenileniyor mu?
Gördüğümüz her şey (ağaç, kuş, insan vs.), varlığını maddenin bizim muhatap olduğumuz katı gerçekliğinden almadığına göre, bütün bunlar varlıklarını yoktan Var Eden ve her ân hareket hâlinde tutan Yaratıcı’nın kudretinden ve isimlerinden alırlar. Kısacası varlık, yoktan var edilmiş olmakla birlikte, her an var edilmeye devam etmektedir .