Makaleler Makale ve Araştırmalar Makaleler Deneylemeler : Şiir Biliminde Kuantum Sıçramalar
Makale Başlığı: Deneylemeler : Şiir Biliminde Kuantum Sıçramalar

Deneylemeler : Şiir Biliminde Kuantum Sıçramalar

Yazar: Şükran Kozalı • Eklenme Tarihi: 20.02.2005 • Görüntüleme: 5.010

Özet:
Pamukkale Üniversitesi, Fen ve Edebiyat Fakültesi`nin hazırladığı1. Dil, Yazın, Deyişbilim Sempozyumu`nda sunulan bildiri metni

Kelimeler:
Kuantum, makale, Şükran Kozalı

Yaşamı derinlemesine anlamlandıran ve uygulamalı bir mantık biçimi olan matematiğe şiirle yeni bir kullanım alanı daha açmak istedim. Kişinin yaratıcı yönünü harekete geçiren matematiksel bilgi birikiminin şiir çözümlemelerinde kullanılabileceğini düşündüm.Ünlü matematikçi Cahit Arf'ın dediği gibi matematik keşfedilerek anlaşılmalıydı.


Kavramlar soyut yapılarıyla dilde ifadelerini bulurken bazen sözcükler yetmez ve işe matematik karışır.Gerçeklik atom-altı dünyasından pek tekin yansımadığından, düşünce ve duygular sentezindeki durum muğlak ve belirsizdir.Sanatın türevleri olan edebiyat, resim, müzik, yontu vs'ler ellerini bu belirsizlik taşının altına koymak zorundadır.İnsan iki arada, bir deredir. Doğanın ve onun işleyiş sistemi olan Kuantum Mekaniğinin de dili olan matematik dilini kullanmalı ve kendini sürekli geliştirmeli insan. 'İnsanı diken üstüne oturtan gerçekliğin değişkenliği' düşüncesi sanat için olağanüstü yaratımlara uygun olasılıklar zinciri...


Bakılan, hissedilen, algılanan şey şiirse ve ona dokunmak istiyorsak bu düşünceler ışığında onu çözümlemeli. Nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen imgeler,ses ve anlamlar, çağrışımlarla örülen şiir bir çok olasılıklar hesabıyla derinlemesine incelenip deneylenebilecek bir yaratım, ve bu nedenle olağanüstü bir laboratuvar gibi görünüyor bana. Düşünce ve duygusal zeka aracılığıyla çok karmaşık sistemler zinciriyle çalışan şiir yazma sürecinin analitiğinin yapılması da, eğlenceli bir yeniden yaratma süreci, işlemi içerir.


Her şiir,her metin ve eser bir dil felsefesiyle çözümlenecekse, düşünce sistemine yerleşen alışkanlıkları bir kenara bırakmalıyız. Çünkü bu alışkanlıklar beyne fazla enerji pompalamadıklarından, az bir çabayla yerine getirildiklerinden, yaratıcılığı ve onun içerdiği özgür düşünceyi engeller. Şiirin belirsiz varoluşuna farklı bir açıdan bakma şansını bizden uzaklaştırır.


Van Gogh'un 'köylü ayakkabıları' tablosuna derinden baktığımda köylünün toprağını, emeğini, gökyüzünü, tarihi, toprağın 'derişik özü'nü görüyorum gerçekten. Ayakkabıyı giyen, yapan, kullanılan malzemeler hakkında tarihi, sosyolojik, biyolojik bir kimlik bilgisi veriyor: Bir ayakkabı nereden gelip nereye gidiyor. Öylesine canlı tablo. Sanatta bu çok katmanlı anlamların kavranması ve estetik bir haz alınabilmesi için, eserle insan arasında yoğun diyalog kurulmalıdır.


Şiir, sözün gücüyle daha çok dışa açılan bir yaratımdır.Bir dizenin içerdikleri ve dışlanan herhangi bir söz, imge hangi kimliğin ürünüdür? Şiirde atom-altı dünyasından bire bir algılanan elektron hareketlerine benzer durumlar var. Niels Bohr'un elektronların durmadan bir enerji durumundan diğerine atladıklarını göstermesinden önce de bu hareketler vardı.Ama Bohr'la bir dayanak buldu atom-altı dünyası. Elektron kendi kabuğu içinde durmadan kaos deniyor. Yörüngesini değiştirmek istediğinde önce enerji harcamadan sanal geçişlerle çevresinin nabzını yokluyor. Nereye sıçrayacağına karar verdiğinde enerji harcayarak yeni evine,yuvasına atlıyor. Fakat bu sıradaki sanal geçişler birçok fiziksel ve biyolojik olayın başlangıcı olabiliyor. Zihinsel ve kültürel işlemler arasında da aynı işleyişin sürdüğü düşünülebilir. Bu belirsizlik ve sanal geçişler elektronun kendi içinde denediği kaoslar ve bir şiirin rastlantısal psikodinamikleri olarak gelişen imgeleri, nasıl olacaklarsa öyle olduklarındandır. Bütün bu durumlar sanat için olağanüstü deneylemeler zemini hazırlıyor.


Bir örnekle, sözcüklerden duygular aracılığıyla kopan hecelerin şiir içindeki sanal gezinişlerini, estetik bir kaosla deneylemek istiyorum. Sururi Baykal'ın 'Ara Ara Rım' şiiri, bu deney için seçilebilecek en iyi bir örnek bence. Bir şiirin düşüncesi, parçacık yanı ; ilhamı, esini ise dalga yönüdür. İkisi birden asla deneylenemez. Düşünce varken esin perisi kaçar. Tıpkı,elektronun parçacık durumundayken onun kesin durumunun, dalga konumundayken momentumunun (hızının) ölçülememesi gibi. Çünkü düşünce bizim parçacık yanımız, esin dalga durumumuzdur. Şiir yazılırken yoğun karmaşa içine giren şair, kağıda dökülmeye başladığı anda hayalgücünün oyunlarından yorulmuştur artık .Kalem bu stresli yolculuğu bitirirken,okurla buluşur. Şiirin yazılma sürecindeki duygular aynen uçağın ardında bıraktığı ize benzer.


'Ara Ara Rım' şiirindeki, rım, rek, mey ve lerine lerine, şiirin şairdeki nabız yoklamaları, 'dokungaçlar'ı. Ben bunlara sanal kopmalar, sıçramalar demek istiyorum. Ve bu heceler oldukça özgür ve cesur görünüyor. Nereden ve nasıl geldikleri önemli. 'rım' kopmasının ve yinelenmesinin içinde bir çok fiziksel, psikolojik ve biyolojik işlemler karmaşası var. Şiirle her noktada temas halinde rım, rek, ve mey ve lerine lerine. Çok tarihsel bir şey var bu sıçramalarda. Cesaret, beklentisizlik, korkusuzluk, hazdan hırsını ve hızını alamama, bilinçaltı bilinçüstü, içgüdüler, rüyalar, hayalgücü var. Alev alev yanan gizli bir dilden kopmuş kıvılcımlar rım, rek mey ve lerine lerine.


Sururi Baykal'ın şiirindeki 'rım' hece kopması anlam ve vurgu açısından belirsiz ve yaratıcı, özgür bir anla çakışıyor. Bu bir tek heceleme bir bütünün birden fazla yönüymüş gibi algılanıyor. Güç ve enerji alış-verişiyle bütünün özelliklerini de yansıtıyor. Aynı zamanda geometrik bir fraktalin çağrışımını yapıyor. Bir eğrelti otunun kendini sürekli tekrarlayan dizilişini ve sürdürülüşünü resimliyor.


Şiirin okunma, algılanma zamanı çok hızlı. Bilimsel olarak hızlılıkta zamanı durdurma özelliği vardır. Sanırım bu nedenle 'Ara Ara Rım' genç duracak gibi...Ne kadar eski ve uzak yoldan geliyor insan ve ne kadar çok bilinmez bir yeni ufka bakıyor.


Gel, şu bildiğimiz gel...Git'le birleşince gel -git arasında belirsiz ve kararsız duran duygulardan kopan 'rım, rek, mey ve lerine lerine' sıçramalarına ve kopmalarına zemin hazırlıyor.Sanki bir partisyonun dansçıları onlar. Gel ve git'i koruyarak uzanıyor şiir.Bir eli gel, bir eli git . Şair bu iki olasılığı birden kullanınca maddenin yapısındaki belirsizliğin, duygularda da olabileceğini düşündürüyor. Git derken hangi badirelerden geçti de gel'den ümit kesildi, aşındı söz belli değil. Şairin gel-git arasında yarattığı belirsizlik, yetinmezlik, kararsızlık başka şiirlerinde de görülüyor: 'Bir 21 Nisan Bana Gel' ( Sonbirinci,s:34 ) başlıklı şiirinde 'gel ' diyen şair 'git'le sonlandırıyor şiiri: 'Ben hep sana şiir giyinmiş bayram hazırlandım / .. / bana git '


'Ara ara rım'da bedenin en uç noktası olan uykunun incelerinde yine uykuyla ulaşma isteğinde yavaşlatılmış, hafifletilmiş bir erotizmle buluşuyor şiir, rahatlıyor. Uyku uyandırılmasın! Saklılık, gizlilik, yavaşlık bundandır. Birbirlerinin rüyasına giriyor sevgiler aynı fazla, titreşimle, artı bir gibi bir fazla haz uyusun için. Hem uyusun diye, hem de için uyusun diyedir 'için' sözcüğü.


Nar'ı ister meyve, ister ateş olarak düşünün, ama bu sevgili bir ağızdır.Ve dil sevgi konuşmalarındadır. 'Senden geçeyim'de erotik bir cezbe , aşkınlığın 'ben-senden geçerek biz' olması hali algılanıyor.


Yaz , yazmak, ve mevsim...Sevgiliyi sayfa sayfa gezip, dil dil seven bir şairle buluşuyoruz. Duyguların dalga fonksiyonlarıyla, geçmiş ve gelecek için şimdiyle çizileni içsel resimleri izliyoruz.


'Kahve içimi' zaman mı, renk mi, kendi içi mi şairin? Uzanmıyor uzatıyor kendini, alışık olmayan bir yönde 'uzatsam kendimi' demekle anlam kaydırılıyor, mey'i ayırıyor belki şarhoşlanıyor ve lerine lerine, daha nelerine nelerine der gibi o parçalardan anlamlar üretiyor. Bu duyguyu daha tam olarak algılayamadan anlamla anlamsızlık arasında salınan flu bir duygu sıçraması yaratıyor. Mevcut sözcüğü parçalayarak o hazda uzun uzun kalıyor şiir. Keyiflenme ve hazzı uzatma, ulaşıp dokunma, tutma isteği ve çabası içinde erotizmin etkisi artıyor. Şair yetmezliğini hissettiği yerde anlam ve söz aracılığıyla duygularını parçalıyor. Parçalanmışlığı 've' ile birleştiriyor, yenileniyor heceler. Bir eksiltme değil, çoğalım yaratılıyor. Sözüssü şair dediğim Sururi Baykal, kimliğindeki anlamüssü niteliğini de ekliyor şiire.


Ben isteyince şeyy,, bekleme, duraklama dizesi... Sonunda ağzındaki baklayı çıkarıyor. Sevgilinin duvarları incirlenirken şair isteyince nesi varsa ardına kadar bir çok anlamlarıyla 'verir'i, veriyor, özgürlüğün son uç noktasına kadar. Açılıverir'in devamı gibi görünen 'verir'de tek başına bağımsız olarak vermek eylemiyle ilgili anlamlar var.'Rım' ve 'rek' için söylediğim sıçramalar 'açılıverir / verir' sözcükleri için de geçerli. Duyguların sözü ve anlamı ne zaman koparıp yaratacağı belli değildir. Ama burada ayrıca ve fazla bir şey daha var. 'verir' sözcüğünü bi başına anlam bağımsızı olarak 'vermek' eylemi açısından anlamlandırmak olanaklı. 'Açılıvermek' sözü açılmak ailesinden sıyrılıp 'verir' olarak bağımsız anlam ailesi biçimiyle de çıkar ortaya. Yazma sürecinde şair tercihini yaparken çok hızlı davrandığından uzun süre bir nedensellik hesabına girmez. Ruhun ötesindeki beyni duygularla tanıştıran, öğrenme ve hatırlama becerilerini geliştiren 'limbik sistem' yardımıyla estetik bir varsıllığa bilmeden ulaşır şair. Erotizmin parmak aralarındaki son hamlesi hazzın sonu, belki menzil-i maksududur ve şiirdeki sıçrama ifadesi rım'la bitmiyor. Alt-üst eylemlerinin hepsi gizliden açığa, ipeğince en romantik bir söyleyişle deneniyor. Şairin bilinçli zekasındaki, yani ruhundaki incelik, şiirin inceliğiyle aynı fazda titreşiyor. Bence Sururi Baykal'dan yansıyan bu çok önemli katkı sanat aracılığıyla edebiyata geçen yeni bir kimlik notu.


Dil bir toplumun konuşmasına,düşüncelerine yanıt verecek bir ortalama ile yapılmış, üretilmiştir. Genel hatlarıyla toplumun anlatımlarına elverişlidir. Ama tikel olanın özgünlüğüne ve öznelliğine yanıt vermediği için insan pekala eksik bırakılmış bir öznelliği katarak dili derinleştirip varsıllaştırabilir, aşkınlık taşkınlık yapar. Dille oynar, şımartır, boşluklarını yetmezliklerini doldurup dile eklemeleriyle karşılar.'Süzülerek rek gibi görünmez, saklı bir sıçrama, sessizce heceden parçalanır ve şiiri dalgalandırır. Aslında 'süzüle süzüle'yi dışlayarak. 'süzülürken rek' demeyi seçiyor. Elbette bilindiği gibi şiir yalnızca seçilen sözcüklerle değil dışlananlarla da yazılmış oluyor. Gerek 'rım'da gerek 'rek' de ve şiirin diğer birçok bölümlerinde olduğu gibi anlamla ses arasında gidip gelen sıçrayan bir dalgalanma; 'Kuantum Fonksiyonu' çiziliyor. 'Süzülerek rek' diyerek eylem tamamlanır gibi. Şair kendi içindeki dili, dile ekler. Beden ve ruh dilini edebiyata katar. Şiirin bir ölçüsü olmasa da üzerinde bir iki laf edilebilir, dostu, arkadaşı, komşusu, kardeşi akrabası olmadan şiiri konuşmak gerekir.


'Ara Ara Rım'ın psikodinamikleri, anlamları ve sözcükleri halden hale sokuyor. Sanatın işlediği taşıdığı şeylerin ağırlıkları, hayatınkinden farklı değildir. Birbirlerini kimi zaman hafiflettikleri sezilir. Şiirin daha çok duygusal bir işlem olduğunu ve bu nedenle dilinin de matematikle büyüyeceğini düşünüyorum. Yoksa sanatın kızı olan belirsizlikle nasıl birleştirilebilir , dil felsefesi , analitik dil.


Bir başka deneyle bu kez sözüssü şiirleriyle Sururi Baykal'ın söz kimyasında işlemler yapmayı sürdüreceğim ki, şiiri biraz daha hazlı ve anlaşılır hale getireyim.


"Işık kızına binerişmek için" (s:55, Berroce), dizesindeki 'binerişmek' sözcüğü yeniliği kadar anlam katlarından da çekici göründü bana. Binerişmek, iki sözün bileşiminden çıkıyor aslında: Binmek ve erişmek...Ama öyle bileşik bir söz ki mutlaka açımlanması gerekiyor.
Binerişmek= Binmek, erişmek, binişmek , binlerce, ışık hızında kız, ışımak, ışın,alt-üst olma, binle çarpılan erişmenin hazzı, inip çıkma,,,
Karımcacığım (s:10, Hüzünce ) = karınca gibi çalışkan,sabırlı, karım gibiciğim, karıma benzer bir yeri olan sevgili,,,
Aşkence (s:61, ğ) = Aşkın içindeki hüzün,yalnız yanı,karşılıksız aşk, işe karşı aş'tan işkenceden,işkenceye, iş, aş ve aşk 'aşkence'de birleşip iç içe karışıyor.
Baldırcınım (s:25,Hüzünce) = Bal gibim, baldırcanım, baldırım, bıldırcın gibim,,,
Sonbirinci, Sururi Baykal'ın son şiir kitabının adı. Bu söz de bildiğimiz anlamların içinden, anlamın paradokslarından çıkıp gelmiş. Hem son hem birinci, hem de o bir inci, sondan birinci, birinci ama son, son bir in'ci,,,
Bu sözcükler belki dilde sapmalar olarak alınabilir. Ama bence buralarda her altbenlik kendi sesini göndermiş ve şair bu duygunun ortalamasını almıştır. Kesin olarak nereden ve nasıl geldiğini belki bilemeyiz..


Yeni bir dil ve düşünce sistemiyle edebiyatın estetiğindeki doruklara; kuyulara inip çıkarak, insanı, dünyayı renkli bir yaşamaya bir anlığına olsun taşımak istiyorum. Bu sanal oyunlar hayalgücünü özgür bırakarak zenginleştiriyor. Amacım matematiğin Kuantum Benlikle olan yakınlığını, dildeki ortaklığını edebiyata ve insanın günlük yaşamına usulca sokmak.


Tarık Günersel'in 'Zaman Denen Oyuncak' adlı kitabındaki şiirleriyle bu düşüncemi gerçekleştirecek deneylerimi sürdürüyorum.
Örnek şiir, ' bir aşkın tarihi.'(S:95) 13 üssü 13 ile başlayan şiir 0 (sıfır) üssü 13 ile bitiyor ve belki hiç bitmiyor, tekrar başa dönüyor bir başka zamanda ve kişide. Matematik dilinde çok anlamlara açık olan bu sayısal işlemler, çarpımları alınarak ifade edilebilir ancak. Şair, aşkın başlangıcındaki coşkuyu, bilinmezliği, rastlantıyı, çocukluğu, şaşkınlığı 13 sayısının tarihsel kaderiyle anlatmak istiyor. Belki bir uğursuzluk, kimilerine şans taşıyan sayının içinde buluyor kendini. Söz bitince sayının gücüne yaslanıyor şair, işlemlerin anlamına bırakıyor duygularını. Yanyana gelen 1, 3 rakamları yakınlaşıp kendileriyle çarpılıp çoğalıyor. Sonra ilk ayrılık ve arada sözsüz birkaç işlemle beden durumlarındaki çatışmalar, gerginlikler yaşanıyor. 0 ( sıfır ) üssü 13 ile sonuçtaki bir başınalık, boşluk, hiçlik ve hüzün buluşuyor. Bir aşkın tarihi bundan daha güzel verilemez bence. Geleneksel aşk anlayışı alışık olmadığı bir işlemle, anlamla, buluşuyor.


'Bir bakışmanın hikayesi'nde, 'p' ve 'q' simgelerini yazar da bakarsak yüz yüze olduklarını hatırlarız.Belki hiç üstünde durmadığımız bu bakışma bir şiirsel yazılımla hikayelendirilmiş. Bakışmanın dalga foksiyonlarını incelediğimde q'nun p'den geçerek, başlangıçtaki yüksek potansiyelini p'nin içinde kaybettiğini görüyorum. Bu bakışmadan sonra, 'p' güçlenerek bir başka bakışmaya hazırlıyor kendini. Hissetmek okumanın en etkin , en üretken yolu. 'p' ve 'q'nun arasında içsel bir ilişki var ki, bakışmadan sonra her ikisi de kendilerinden daha büyük bir bütünde birleşiyorlar. Değişik olası durumlardan dalga fonksiyonlarıyla geçiyorlar. Okur olarak şiirlerle kurduğum dinamik ilişkilerden öylesine değişik algılamalarla çıkıyorum ki, yalıtılmış ve tek başına bırakılmış ölüm anksiyetesindeki ben'i unutuyorum.


İki şairin ilginç bir çakışma hikayesi çıktı ortaya: Sururi Baykal'ın 'ğ' adını verdiği kitabındaki 'Otobusen' şiirinde 'kendiminden' sözcüğünün yaratımında aynen 'p' ve 'q' nun geçişmeli içsel hikayesi var.Varolabileceğini düşündüğüm dalga fonksiyonlarının hikayesi bu kez harflerle değil hecelerle çizilmiş. Şöyle: Kendiminden = kendimden+kendinden, yani senin olan kendimden, benim olan kendinden anlamına gelebilecek bir şekilde hecelerin karışımı ve karmaşasından yaratılmış bir sözcük. Duyguların sıçramasındaki belirsizlik 'im' ve 'in' hecelerinin birleşiminden 'kendiminden' olarak çıkmış.


Unutmak, üretim, uyku, rüyalar,,, hepsi aynı malzemenin ürünü. Belirsiz gibi duran gerçeklik, gözümüze baka baka, kaygan bir biçimde an an buluşuyor bedensel varlığımızla. Böyle anlık buluşmalar olmasa düşünceler ve duygular arasındaki kendimizi nasıl tanırız? Bu durum bence boşlukların da anlık düşünceler ve bilgilerle dolu olduğunu gösteriyor. Evrenle sürekli birbirimizde tamamlanıyoruz.


Tarık Günersel'in kısa ve çok başarılı bir şiirini, aramızda gezinmesi için yorumsuz ve özgür bırakıyorum: kavuşma (s:90), 'bütün sıfatları bir kenara koydum/ galaksiler vücudumda/sonsuzluğu soydum okşuyorum / artık ne bir soru ne bir yorum '


Bir şiir ortaya çıktığında, yazıldığında, kaynaktaki ana ışın ikiye ayrılır. Yazarı ve okuru iki ayrı kaynaktır ve onların şiirle ilgili yaratımlarından bir anlam deseni oluşur. Yani şiirin slaytı çekilir. Ve burada şiire ait en özgün bilgiler depolanır. Tarık Günersel, 'p' ve 'q'nun duruşlarındaki anlam üreten tavırlarından etkilendi belki. Ya da onları bir çizgi filmin aşk kahramanları olarak mizahi bir boyuta taşımak istedi.


Prof. Doğan Aksan'ın 'Şiir Dili ve Tür Şiir Dili' kitabında birçok dilde şiir sözcüğünün kökleri inceleniyor: 'Eski Yunanda (Homeros döneminde) şiir yazıp şarkı söyleyenler 'aoidas' sözüyle anılmışlar' (s:8,9)' Şiirleriyle deneyler yapmayı sevdiğim Gülseli İnal da, geçmişe ta buradan ölüm ağıtları yakan, ölümü şarkılayan bir şair.


Varolmanın olumsuz getirileri olarak görülen ölüm anksiyetesi,özgürlük, yalıtım ve anlamsızlığın yarattığı korkulardan bakarak yazıyor Gülseli. Mitolojinin büyülü diliyle,ölümün mermer damarlı mozayiklerinde, sedef kakmalı çakısıyla imgeler çiziyor.


' Lale Sesiydiler ve Yoktular' kitabının 'Vega Kentleri' (s:23) şiirinin yoğun dizesi, (Bin kez ölmüştüm ben orada buhur kokularıyla), Bakkaris'teki El Ceres (s:39) şiirinin bir parçasıyla yan yana getirildiğinde birbirinin devamı gibi duruyor: (asla tükenmeyecekti hayatın deli özü / tenini öldürene dek). Son kitabı 'Kayıp Bağlantı'dan bir söz kümesi : ( Sanki bir oyunda yüzün / oyunun saflaşmasıyla / başkaya geçişti...Satürn renkli kuşlar sürüsü / geçip sonsuzluğa asıldı.. Bileklerimdeki mor kuşlara dokunarak / geçip gitti (s:34,35)
Seçtiğim bu dizelerin anlamlarının birleşim kümesini yazdığımda, ( bin kez ölmüştüm+ tenini öldürene dek+ başkaya geçişti+sonsuzluğa asıldı )-----Ölüm ve sonrasında ruhun yeni bir beden bulması,yeniden yeniden gelişinceye kadar hayata geçiş yapmasının şiirlendiğini anlıyorum. Gülseli İnal'da Platonculuğun "ayak izlerini zamanın kumları üzerinde" gördüm. Platon öğretisindeki 'idealar dünyası'na göre ruh ölümsüzdür ve beden onun kölesi. Ruhu yüceltip bedeni aşağılayan bu paradigmalar bütününü Alman düşünürü Heiddegger, batı metafiziğinin temeli olarak görüyor. Bu temeller üzerine kurulan Newton fiziği, Freud'un psikodinamiklerdeki incelemeleri, Sartre'ın varoluşçu düşünce sistemlerini edebiyatta deneylemesi, insan yaşamına yabancılaşmayı getirmişti. Varoluşuyla birebir eşlenen ve evrenden, doğadan hatta kendi bedeninden yalıtılmış yapayalnız bir ben'deydi insan. Descartes'in Kartezyen felsefesinin temeli olan, 'Düşünüyorum öyleyse varım' cümlesi, Heiddegger'in 'Varlık ve Zaman' kitabında 'insan varlığının ilişkisizliği' sürekli bilinçaltına işlenmekte. Sartre'a göre, 'ötekiler, dışsal varlıklar bize karışmaz'. Freud, 'insanı etkileyen ötekiler hakkındaki görüş ve fikirlerimizdir' der. Bana göre insanın bu yalnızlık bilgileri Newton'un insan ilişkilerini bilardo toplarına benzetmesiyle fiziksel bir kaynak daha bulmuştur. Bir yerde karşılaşan iki insan konuştuktan sonra tıpkı bilardo toplarının birbirine vurduktan sonra ayrı yönlere gitmesi gibi, hiçbir şey konuşulmamış, duygular harekete geçmemiş gibicesine ayrılırlar. İnsan bir bilgisayarın printer'ından alınan bir çıktı değildirki. Katı bir top da olamaz. Yeni düşünce sistemi olan Kuantum Mekaniğine göre bu karşılaşmanın içeriğine duyguların dalga fonksiyorları karışır. Bir kere yüz yüze gelinip söz söz konuşulduysa, duyguları birbirine katışan bu iki insan bir an'ı paylaşmıştır. 'Her biri kendinden daha büyük bir başka bütünün parçası olmuştur'. David Bohm'un 'düşünce yöntemlerimizin davranış biçimleriyle kuantum işlemleri arasındaki çarpıcı benzerliği' ortaya çıkarışının alt yapısında Einstein'nın 'izafiyet teorisi' bulunmaktadır. Oxford Üniversitesi Profesörlerinden Roger Penrose, 'Kuantum fiziği içinde birçok hileli ve gizemli türden davranış biçimleri barındırır. Sanırım kuantum korelasyonlarının (bağlılaşımlarının) beynin farklı, geniş bölgeleri arasında etkin bir rolü olduğunu söylemek gerçek'ten çok da uzaklaşmak olmaz' diyor.


Bu bilgilerle sıçramalı olarak tekrar Gülseli İnal'ın şiirlerine geçiyorum. Ontolojik kökenli anksiyete ve nevrozlar, galiba şiir yazarak aşılabilir. En derinimize yerleştirilen ölüm korkusuyla yüzyüze gelinmelidir. İnal'ın felsefi şiirlerinde deneylenen geçmiş, tozlu ve sırrı dökülmüş bir aynadan yansır. Ruhun bedeni terkedişi,yeni bir bedene girişi, erdemlilik uğruna gelişinceye kadar ruhun çektiği eziyetler meridyen meridyen insanın hayalgücünü ateşler.


Ölüm anksiyetesi (-) durumuyla parantez içine alınan kısa bir işlem gibi hayatın bütün olumlu girdilerini etkiler. Paranteze aldığımız (umutlar, heyecanlar, aşklar, sevgiler, rüyalar, arzular istekler, yaşamla olan dinamik bağlantılarımız,,,) işaret değiştirir, yönü sola kayar, eksilenir, eksilir. Ve hayat tatsız, yalnız ve yabancıdır bize.


Gülseli İnal 'gül dalıyla tutturulmuş giysiler'i içinde ölümle oynaşarak yüzleşiyor. 'Kıyametin aynasında sırsız bölünüşün / sırrına varalım biraz' diyor ' Sif ve Gula' kitabının 39. sayfasından.


'Kayıp Bağlantı' daki son şiirlerin algoritması (imler dili), sabun köpüğündeki belirsiz ve kararsız oluşup duruşan kürecikler gibi hoş duygular bıraktı bende. Örnekler: 'Suç haritası açılmıştı /.. Nil bilinmezi besliyor / lotus bir geçiş uğruna kıpırdıyordu / çok unutkandı ve tüm renkleri içmişti (s:13 ). 'Serpilen sedef safir sel / Üçlü üçgen /..düzensizlik modüslerinde / ...pembe bir kız / sarı kıpkırmızı kesilmişti saçları / ( s: 15 ).


'Fısıltı zakkumlara düştü' dizesinde doğanın fısıltısını dinliyorum. Zakkumların geometrisinde, gölge, pembelik, ışık rengi bir koku, polenler, çiçeklerin yaprak aralarından uyumlu gülüşü, şifa verdiği hava, rüzgar, ve balpeteği altıgenini görüyorum. Arı kimseden öğrenmeden, doğanın fısıltısıyla, buyruğu ve direktifiyle nasıl altıgen balpeteğini kusursuz yapıyorsa , şair de şiir balını aldığı fısıltıyla üretiyor. Hem şaire hem de bal arısına en güzel altıgeni yapması için fısıldıyor doğa. Şu bir gerçek ki insan bilgiyi matematikle kullanıyor. Damardaki kan dolaşımının türevsel denklemini bulan Euler gibi, ben de hazlanarak yeniden yarattığım şiirlerin bedenimdeki dolaşımını görüyor hissediyorum. 'Hissetmek yaşamaya dahildir' (Bu İlk El Hayat Sayılmaz, Sururi Baykal, Deneme ). Doğada mevcut sözbalı doğa tarafından şiir olarak şaire fısıldanmaktadır. Ki bu bilinmezliğin bir hesabı kitabı var.


Şiir çözümlemelerine, bilim ve teknolojinin gelişimine paralel yeni yöntemler bulmak yararlı olacaktır. Yoksa şiir ve insanı geride kalır. Bilgi de doğar büyür gelişir ve ölür. Ve zaman bir bilgiyi tüketerek yeni bir bilginin hayatına ulaşır. Duygusal zekanın inceliğine karışmış matematik dilindeki sonsuz küçük sayıların fısıltısını dinlemeyi becerirsek doğadaki estetik bilgi deposunu kolay kullanırız. Çünkü zihnimiz kendi işleyişindeki düzeni doğadan alır.


Sözü bir cümleyle başka bir şaire, kendime bağlıyorum. Evren, doğa, zihin ve beden ikilisi, yani insanın bütünsel varlığı olan rüyalarımız, korkularımız, ölümün vesaireleri, duygularımız, atom-altı dünyası ve Tanrı, yapısal olarak aynı maddenin ürünüdür. Bunu bir daha hatırlamalı...


Üçüncü şiir kitabım olan 'Suteni', yanan ve yakan iki duygunun buluştuğu bir molekül. Sevginin, aşkın zaman zaman ateşini söndürdüğü yer. Belki 'Suteni' bir Tanrıça, Ege Denizine sessiz ve derin bir akıntıyla taşınan bir nehir. Belki de rüyalarımdan kalan bir sözcük.Gezegenlerin olağaüstü bir simetriyle, ışığı kalem edip çizdiği yörüngelerden birini imliyor... Şiirler duygu dalgalarının dengesinin bozulduğu anlardanda doğmuş olabilir. Suteni'nin kırılganlığını alabildiğince inceltmek için sıradışı asimetrik sözcüklerle karmaşa yaratmak istemişim galiba.


Örnek 1- 'Kendiniz' şiirinde , 'İçim yaşamaklı / bir çift yaş sessiz biri deniz ' le başlayan duygu karmaşıklığı , '...ah kendinizi / ah siz kedinizi / tüyleri için / onlar hafif şeylerdi (s: 35 ) ' dizelerinde bir an'lığına sakinleşiyor. Ağırlığını kaybetmesi istenen hüzün bir gülümseme ile karşılaşıyor. Yani biraz melankoli ve komik durum var zamanda. 'Damlanın sahiline çek'iliyor aşkın kırılgan teni.


Suteni sulardan çıkarsa soluk alamaz, yaşayamaz hale geliyor sanki: 'Bir aşk kentinde karşılaştık / yağmur kokuyordun / janjanlı bakmıyordun / zıt yönden gelen iki düştük / çakıştık bir balıkta / Likyalı kızım ben / ( s:36) 'Yakalanışım ' Yukarıdaki örnekte alışılmadık yönleriyle duran sözler bildiğimiz 'zıtlığa' çekilerek imgedeki hareketlilik bilimsel bir çakışmayla şiirleri bir çok yöne doğru anlamdırmış. Menderes Nehrinin kıvrımlarında Ege Denizine akan hikayeleri resimlemeyi sürdürmek istiyorum. Çünkü her şiirin matematiksel kod'unda toprağın iklimi baskındır.Alıntıları aynı şiirin candamarı dediğim dizelerinden altkümeler oluşturarak yazıyorum: ' ..eriklere kırmızı düşse bir, / gebe kalsa incir iki, / ve üç özlüyorum seni taa o mevsimden'. Sırasal bir anlatımdan ibaret değil buradaki sayılar, özellikle üçüncü sıradaki deyiş bakımından bir üstünlük ifadesi. Birinci ve ikinci dizelerdeki ifadelerden daha büyük bir değeri imliyor ki; o da özlemdir. En hafififinden üç, yani bir ve iki sıralamalı duyguların toplamına eşittir. Esas kastın sevgili özlemi olduğudur. Ama aynı zamanda sayısal sıralama da var. Matematiksel bir formülle ifadelendirilen toplamdan kasıt sevgili özleminin büyüklüğünü ortaya çıkarmaktır. Bu büyüklükte belirsizlik de hissediliyor ardından gelen şu dizelerde:


'Dökülen kelebek sesleri topladımdı / kuşu seyrek bir yağmur vardı / iki ada'ydı yüreğim / incinmiş acılara el sürdüm (s:36)'.


Suteni insanın en saf enerjisi olan aşkın gerçekliğiyle ilgili olasılıklar, çelişkiler dengesi hesabı bence. Kitabın içindeki şiirlerin titreşimleri, birbirine benzer su parçacıklarının duygu denizindeki hareketleridir. Örnek 3: ' sensiz olmuyor / karlayacak yoksa / dökündüğüm bulutlar / roman karacası ormanı / yaşın kaç kara dayanır / kaç sayfa yağsın kar.. (s: 7, Nergis Sığınması )Bu hareketlilik başka duyguların dizeleri içinde dinginleşip sakinleşiyor yine: ' bir nergisin sana sığınışı / ölüme götürülecek zaman mı '


Her şair dizeleriyle bire bir temas halinde. 'Bilinçle madde arasındaki yaratıcı diyalog' şairle şiiri arasında da var. Bu cümleyi sık sık yinelemek gerekir. Aşınmış paradigmaların, düşünce sistemlerinin yerine yenilerinin yerleşmesi ve 'dil felsefesi'yle edebi hayata geçmesi, yer etmesi açısından bu önemli.


'Aşk Tabirleri' şiirinde 'anlatmak çok yangın' dizesinde aşınmış bir sözcük olan 'zor' kullanılmamış. Yangın sözcüğü bütün resimleriyle birlikte onunla yer değiştirmiş. Bilinçli olarak yapılan bu seçim anlamı güçlendirmek ve günlük söylenişleri dışında görevlendirilmek amacıyla yapılmış.Yangının huyu suyu, bir şiiri, dizeyi resimliyor. Eğer bu bir orman yangınıysa incelenmesi için matematiksel bir bilgisayar modeli bile kullanılabilir. Yanan her birimin, her bir zaman diliminde komşu birime, sözcüğe sıçrama olasılığı dörtte bir.


Şiir ile şairi arasında bir mahremiyet vardır. Çünkü 'bir kimliği paylaşırlar', birbirlerini içerden değiştirirler. Geçmiş bir an , okurla şimdi'de, sözler, anlamlar, imgelerle buluştuğunda yeni bir biçim kazanırlar. Çünkü el ve gönül değiştiren şiir, zamanla iç içe tarihle örülür. Sartre'ın 'mazi boş, geçmiş kayıptır' iddiası öylesine özsüz, yalıtılmış, damıtık ve narsisist bir özgürlük ki böyle bir kimlikle yaratılan her şey de okursuz ve yalnız kalmaya mahkumdur.


Şiirin kendine has bir yaratım dinamiği vardır.Doğrudan ve fiziksel olarak şairi ve okuru etkiler. Duygusal zeka sözlerin ve duyguların arasında bir özgürlük ipliği gibi dolanmaktadır. Ve ben bunun farkındayım.


Örnek : ' ne duruyorsun kuşaşkını / anlaşılır kıl ' dizesinde ne demek istedim'in ben ve ötekilerden (okurdan ) yola çıkarak çözümlemesini yapmaya çalışıyorum. Varlık Dergisinin Aralık 1995 sayısında yayımlanan Suteni'yle ilgili bir inceleme yazısından alıntı: "Kuşaşkının yergi mi, övgü mü olduğunu anlamak zor: kuş kadar mı, kuş gibi ince bir aşk mıdır sözü edilen? Arabi'nin bir yapıtında, avcı tarfından eşinin öldürülüşünü gören kumrunun helezonlar çize çize gözün farkedebileceği en yüksek noktaya ulaştıktan sonra kanatlarını toplayıp başını yana yatırarak, pike yapıp, yere çakılmasını, intihar etmesini anımsayınca kuşaşkının övgü sözü olduğunu düşünebiliyorum. Kuşaşkı böyle olunca düşlediği aşkın bundan geri kalması yakışık almayacaktır. Sevgiliyle firkatin değil vuslatın peşindedir." Varlık Dergisindeki bu paragraftan yararlanarak hazırlanan 22 Mayıs 1996'da Milliyet gazetesinde yayımlanan ÖYS Deneme Sınavlarının Türkçe testleri arasındaki 34. soru gözüme ilişti: Soru : "Parçaya göre, aşkını kuşaşkına benzeterek ne anlatmak istemiştir Şükran Kozalı?"


A - Aşkta bir harman, bir sentez olsun ister.
B - Saftır temizdir,yüreğini sevgiye cömertçe açar.
C - Ne olursa olsun sevgiliden ayrı bir yaşam düşünemez.
D - Şiirlerinde olduğu gibi aşkında da masalsı bir yan vardır.
E - Onun özlediği katışıksız, koyu bir sevgidir.
Sizin seçeneğiniz hangisi?
..........
Bence hiçbiri tek başına doğru değil. Çünkü ben, bütün seçenekleri de içeren, ve onları geçen birçok şey söylemek istemiştim. Seçimin yapıldığı noktada, bütün olasılıklar etkilenerek, diğerlerinin olabilirliliklerini azaltır ya da arttırır. Bu örnekten yola çıkarak denilebilirki şiir şairin sözüyle bitmiyor.Eleştirmen ve diğer okurlar şiiri yorumlayarak yazmayı sürdürüyorlar.


Son şiir kitabım olan 'Papalina'dan bir alıntının beni şu anda götürdüğü alacakaranlığa yazımın sonunda bir ışık tutmak istiyorum. Şiirdeki sınırsızlığın düzensizlik içinde bir düzen olduğunu düşünmeye başladım: 'kadife sabahlıklı kadın/ huysuz treninden indi / ayak izleri elinde uçuruma soyundu /ve / böğürtlen toplayan kadın / aşk arayan yürüyüşünde teninden sabahlıklı (Papalina s,75 ) . Bu şiirdeki söz ve anlamların, estetik boyu ve duygulardaki titreşimi belleğimde epeyce bilgi depoladı. Buna paralel olarak evrendeki düzen aynı miktarda, birimde arttı. Algılamalarımın bir başka çarpıcı yanı, kendi şiirimi okurken hisslenmelerimin harcadığı enerjinin, düzensiz enerjiye dönüşerek çevresiyle kurduğu dengeydi. Evrendeki her şey, denge ile dengesizlik arasındaki ince bir ayrıntıda depolanıyordu. Bu bilgiye ulaşmanın yollarından biri de şiir aracılığıyla insandaki atomaltı diyara dikey inişler yapmaktı. Bu belirsizlik beni bir çok kez sarstı.


Sözümü Rilke'nin edebiyat dostu, mektup arkadaşı Heluwiz'e yazdığı mektuplarından aldığım bir cümleyle bitirmek istiyorum : "Bizler görünmeyenin arılarıyız. Görünenin balını delice toplar ve görülmeyenin yüce altın kovanına depolarız." Örnek aldığım şairlerin de yapmaya çalıştıkları bu sanıyorum.