Makale Başlığı: Sanat Eğitimini Sevmek

Sanat Eğitimini Sevmek

Yazar: Levent Çalıkoğlu • Eklenme Tarihi: 05.02.2014 • Görüntüleme: 2.932

Özet:
Okunması ve üzerine düşünülmesi gereken o kadar çok kitap ve yapıt var ki, dersin bir ucuna bunları ekleyiveririm. Sanatta takıntının iyi bir alışkanlık olduğuna, dört yıl boyunca bir dergi, gazete, sanatçı veya olayı incelerlerse, sonuçta söz sahibi olacakları bir konu edinebileceklerine onları ikna etmeye çalışırım.

Kelimeler:
Sanat, Eğitim, öğretmen, öğrenci, öğretmenler günü, sanat eğitimi, sanatçı yetiştirmek

Kanımca spotta sözü edilen kişinin ciddiye alınması için, iyi bilinen birkaç sorundan söz etmesi gerekir: Sanatın da eğitimle işleyen bir bilgi paylaşımı olduğunu anlatmalı. Bu paylaşımın düz liseden gelen bir öğrenciye dört yıllık bir süreçte aktarılamayacağının altını çizmeli. Eğer aktarılacaksa tüm diğer devlet okullarında olduğu gibi yeterli teçhizat ve donanımın bulunmamasından dolayı, bu işin eksik kalacağı yönünde sitemde bulunmalı. Ardından, bir takım temel kriterler baki kalsa da, geleneksel anlayıştaki sanat eğitimi disiplinin artık çoktan tarih olduğunu ama bu tarih olmanın sadece bugünün gerçekleri yüzünden değil, zaten istenmediği için silinip gittiğini söylemeli. Sanat eğitiminin belkemiğini oluşturan ustaçırak ilişkisinin ve bu sayede kazanılan deneyimin bittiğini, onun yerine kredi sistemine mahkûm öğrencinin sadece ders geçmek için sınavlara girmesinin ne kadar eksik ve yanlış olduğunu da anlatmalı. Ayrıca sanatın bir meslek olmadığını, sadece bir bilinç durumuna işaret ettiğini ve farklı yeteneklerde farklı türde karşılıklar bulduğunu, fakat bu gerçeği ne velilerin ne de devlet kademesindeki yöneticilerin anladığını eklemeli sözlerine. Bugün sanatın, reklam, pazarlama ve uluslararası ilişkilere endekslendiğine, bu üç faktörün eserin isminden sunumuna kadar etkili olduğuna dikkat çekmeli. Dolayısıyla eğitimin hem işbirliği yapmak hem de savaşmak zorunda kaldığı bambaşka sorunsallar olduğunu hatırlatmalı. Belki de son olarak, sanat fakültelerinden mezun sayısız gencin bir umutsuzluk yaşadığını, kimisinin kendisini ispatlamak için çaresizlikle çirkin polemiklere girdiğini üzüntüyle izlediğini eklemeli.

Neden ders vermek?

 Bu kamusal dertlerden söz etmek, yazan kişinin bilinçli ama toy bir hoca olduğunu gösterir. Bense bu sorunlarla nasıl başa çıkmaya çalıştığım' örneklendirerek ideal bir eğitmenin ne kadar cefakar ve yürekli olduğunu kanıtlamaya çalışmayacağım. Yaklaşık on yıllık sanat hocalığım sırasında, bu sorunlarla başarı arasında sadece ufak bir aralığın olduğunu çoktan fark ettim. Nakdi olarak hayatımı sürdürmek ve dört duvar arasında kısırlaşmamak için başka uzmanlıklar geliştirmem gerektiğini de anladım. Aslına bakılırsa diğer işlerden edindiğim bilgi, deneyim ve geliri derslerime aktardım. Bu deneyimler hem fazlasıyla kişisel hem de sanat tarihi eğitimi alıp da sanat eleştirisi ve küratörlük yapan kişi sayısı parmakla işaret edilecek kadar da az olduğu için, spesifik. Bu nedenle yukarıda örneklendirdiğim sorunların genişleyen boyutlarını enine boyuna tartışmak yerine, bir sanat kurumunda ders vermeyi niye çok sevdiğimi anlatmak bana daha doğru geliyor.
Yaklaşık bir buçuk ay önce yeni kurulacak olan bir müzenin sanat direktörlüğü teklif edildiğinde ileri sürdü'ğüm ilk şart, Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi'ndeki derslerimi sürdürebilmem için gerekli iznin verilmesi olmuştu. Düşünülmesi gereken onca yönetimsel karar ve kişisel olarak güvence altına alınması gereken o kadar madde olmasına rağmen ben, derslerden ve ders vermeyi ne kadar çok sevdiğimden söz etmeye başlamıştım. Küratörlük yapan pek çok kişinin rüyasını süsleyen bir teklife, ders günü ve saat programıyla cevap veriyordum. Akşam, günün muhasebesini yaparken niye takıntı!' şekilde ders verme işini tekrar ettiğimi düşündüm. Daha ne olsun, bunca tartışmadan sonra Türkiye'de ilk kez açılacak olan bir müzenin sanat direktörü olacaktım. Bugünün sosyal şartları yanında iyi bir gelir ve iyi bir sosyal konum beni bekliyordu. Bense üniversite, ders, öğrenci, sanat eğitimi gibi görünüşte alakasız şeylerden söz ediyordum. Sanırım iki şey vardı beni bu kelimeleri tekrara iten. Ilki ders verdiğim bölümün meşruiyetiyle ilgiliydi. Yaklaşık üç yıldır Sanat Yönetimi programının bir hocasıyım. Bu program, Türkiye için henüz çok yeni. Fakat sanat ve kültür faaliyetleri ne kadar daralırsa daralsın, sanat yönetimi, açılacak yeni müze ve kültür kurumları aracılığıyla önümüzdeki on yılın en gözde mesleklerinden biri olacak. Benim müzedeki varlığım okuldan yetişen genç sanat yöneticileri için bir çıkış yolu ve iş sahası yaratabilirdi. Gerçi şu ana kadar bana teklifte bulunan kurumun bir başka birimi için, Sanat Yönetimi bölümü iyi bir eğitim programı geliştirmiş ve hepimizin kağıt üzerinde okuduğu bilgiyi dünyaya indirmişti ama dahası da yapılabilirdi. Yetişmiş, sanat eğitimini disiplinler arası bir yaklaşımla okumuş kadrolarla müze kurmak gerçekten ideal bir sonuçmuş gibi göründü gözüme. Personelini, sanat formasyonu almamış kişiler arasından seçen kültür merkezlerinin yanında belki de ilk defa aynı dili konuşabileceğiniz bir yapılanma gerçekleştirilebilirdi.

Kafa karışıklığı iyidir.

Ders vermekte ısrar etmemin ikinci nedeni fazlasıyla kişisel. Ders dışında genellikle yüzü asık hocalar takımından sayılabilirim. Merhabalaşır, öğrencinin dertlerini dinler ama çok fazla konuşan bilmiş kişi olarak da etrafta dolanmam. Hatta çoğunlukla konuşmaktan sıkılırım. Oysa derslerde kesintisiz bir şekilde saatlerce konuşuyorum. Bu niyeyse beni mutlu ediyor. Anlattığım ve okuduğum şeyler işaret edici ama tarafsızdır. Sanatın tek bir göz ve bakış agslyla algılanamayacağını, zıtlıkların ve karşılaştırmaların vazgeçilmez olduğunu göstermeye çalışırım. Bu kadar çok kuram, sanat tarihi ve görsel bilgi arasında dolanmanın müthiş bir kafa karışıklığı yaratmasını isterim. Kafa karışıklığı iyidir, çünkü öğrencinin yolunu bulmasında kısmen açık kapılar yaratır ve dört yıl boyunca öğrencinin kendi yolunu bulması için çabalamasını sağlar. Çoğunlukla anlattıklarımın çürütülebileceğini savlarım. Sanatla uğraşan kişinin ezik bir mahcubiyetle değil, bilinçli bir aklı başındalıkla özür dilemek zorunda kaldığını ya da kalacağını hatırlatırım. Sanatın tarihini okumanın tek bir yolu olmadığını, aynı dersi başka bir hocanın bambaşka bir modelle aktarabileceğini söylediğimde, öğrencinin o modelleri öğrenmesi için aslında öncelikle benim dersimi bitirmesi gerektiğini bilirim. Okunması ve üzerinde düşünülmesi gereken o kadar çok kitap ve yapıt var ki, dersin bir ucuna bunları ekleyiveririm. Sanatta takıntının iyi bir alışkanlık olduğuna, dört yıl boyunca bir dergi, gazete, sanatçı veya olayı incelerlerse, sonuçta söz sahibi olacakları bir konu edinebileceklerine onları ikna etmeye çalışırım. Dört duvar arasında kendi kendimize geliştirdiğimiz bilginin hiçbir şey olmadığını, sanatın, kapının ardında, karanlık sokaklarda veya fildişi kulelerde hiç tanımadığımız kişilerin kafalarında dolandı'ğını her fırsatta hatırlatırım. Eli biraz kalem tutanların yazabilecekleri ne çok konu olduğunu ispat etmek için, görünü$te basit ilişkileri aynı basitlikte birbirine bağlayıp örneklendirir ve bir adım geri çekilip birisinin benzer bir çözümlemeyi üstlenmesini sağlamaya çalışırım.
Sanat eğitiminde hangi nüanslara dikkat ettiğimi arka arkaya sıraladığımın farkındayım. Ama söylemeye çalıştığım ve şu an aklıma gelmeyip de ekleyemediğim kelimelerin benim için yeterince derin olduğunun da farkındayım. Kişinin bir işi niçin sevdiğini anlatabilmesi için kelimeleri cilalamaya ihtiyacı yok. Kişi, okumayı, anlatmayı ve bilgilendirmeyi seviyorsa kelimelerin ilk anlamları her zaman için yeterli olacaktır. Fakat unutulmamalı ki, hayata geçirilmemiş kelimelerin eğitimde karşılığı yoktur. 

 

Milliyet Sanat - Kasım 2004