Makaleler Makale ve Araştırmalar Köşe Yazıları ‘Kitaplarımda hep söylenmek istenmemiş şeyler olur’
Makale Başlığı: ‘Kitaplarımda hep söylenmek istenmemiş şeyler olur’

‘Kitaplarımda hep söylenmek istenmemiş şeyler olur’

Yazar: Zerol Toygun / Radikal Kitap • Eklenme Tarihi: 09.12.2009 • Görüntüleme: 2.747

Özet:
Enis Batur: `Gerçek kavramına mutlak yükler bindirmekte asıl tehlike. Bir tür tinsel görecelik kuramı öne sürüyorum yazdıklarımda, yaşananla düşlenen, kurgulanan arasına sermeye çalışıyorum metnimi. Anlatmak düşünmeye, düşünmek kurmaya engel olsun istemiyorum`.

Kelimeler:
enis batur, söyleşi, kitap, köşe yazısı, röportaj, enis batur röportajı

Enis Batur: 'Gerçek kavramına mutlak yükler bindirmekte asıl tehlike. Bir tür tinsel görecelik kuramı öne sürüyorum yazdıklarımda, yaşananla düşlenen, kurgulanan arasına sermeye çalışıyorum metnimi. Anlatmak düşünmeye, düşünmek kurmaya engel olsun istemiyorum'. Ece Ayhan, Enis Batur’u “beş kollu, üç bacaklı, fenomen şair” diye tanımlamıştı. Enis Batur çalışkanlığı, üretkenliği konusundaki görüş birliğini ‘klişe’ sayıyor. Ancak rakamlar Batur’u doğrulamıyor: 2000-2009 yılları arasında 46 yeni kitabı, 18 yabancı dilde kitabı, 49 tekrar baskı olmak üzere toplam 113 defa ismi kapaklarda yer almış! Söyleşimizi, bu sonbaharda çıkan üç yeni kitabı etrafında sınırladık: Sır, Başkalaşımlar XXI-XXX ve Saga. Ama önce, çok yakından tanıdığı kitap dünyasına uğradık...

Geçen yıl yayımladığınız üç hacimli kitap, yaşama ve çalışma biçiminize ışık tutan özellikler barındırıyordu. Yolculuk günlükleriniz, Ada Defterleri ve Suya Seng. Gündelik yaşama biçiminiz her zaman böyle miydi?

Öğrencilik dönemimde çalışmaya başladım. 1973’ten 2004’e dek iyi kötü mesaili bir hayatım oldu. Her çalışan gibi sorumluluklarım vardı, enerji harcamam gerekiyordu. Yazma düzenimi belirleyen, etkileyen bir bakıma iş hayatımdı. Beş yıldır danışmanlık yaparak kazanıyorum hayatımı, öncesine oranla farklı bir yaşama düzenine geçtim. Uğraşıma, ilgi alanlarıma daha yoğun ve kesintisiz biçimde vakit ayırma olanağım var artık.

Eskiden de olağanüstü verimliydiniz. Verimliliğiniz arttı mı?

Başlangıç yıllarımda kendime söz vermiştim, yaşama koşullarımı bahane etmeden masa başındaki işimi yapmanın yolunu bulma konusunda. Bana kalırsa, bir yapı sorunu bu, iradem yolda zayıflamadı. Verimliliğin artacağını sanmıyorum, sürmesini umuyorum. Bir yere kadar elinizdedir, elinizde olduğu sürece gereğini yapmayı bilmelisiniz. Önce istek, sonra düzen önemli. Verimlilik derken, bir tek yazmayı hesaba katmamalıyız. Yazmayı önceleyen hazırlık aşamalarına ilişkin çalışmalara gereğince vakit ve emek ayırmak bir o kadar önemli. Dış yaşam alanı, asıl bu iç yaşam alanı açısından bağlayıcı oluyor, çemberi daraltabiliyor.

Küçük kitaplara övgü döşemiştiniz bir yazınızda. Bu yıl hem kocaman kitaplar çıktı yine, Pervasız Pertavsız ve Başkalaşımlar XXI-XXX, hem de küçük kitaplar çıkardınız Kulak, Mekik, Sır ve Saga. Bir stratejiniz mi var? Önem farkı buluyor musunuz aralarında?

Strateji de, önem farkı da yok. Her ürün kendi biçimini dayatır. Benim gözümde bir kitap on sekiz sayfa ya da bin sayfa olabilir de, yayın bağlamında sorunlar doğabilir. Birçok yazarın haklı olarak ticari kaygıları olur, kitaplarının oylumunu, yayın yapma sıklığını buna göre ayarlarlar. Yayıncıların daha da haklı gerekçeleri olduğu yadsınamaz. Benim böylesi kaygılarım pek yoktur, onun için de butik anlayışı ağır basan yayıncılarla çalışıyorum genellikle.

Geçenlerde Metin Akpınar’ı dinliyordum, ‘averaj seyirci’den söz etti. Sanırım, ‘averaj okur’dan da söz edebiliriz. Yılda dört-beş yüksek tirajlı kitap okuyan geniş okur kitlesinin üyeleri. Öteki uçta, yılda otuz-kırk düşükçe tirajlı kitap okuyan bir okur azınlığı var. Benim okurlarım o azınlığın içinde yer alıyor. Aynı anda birkaç kitabım çıktığı için yakınmazlar, tam tersine çıkmasının geciktiğini düşündükleri bir kitabın hesabını sorarlar. Bu okur topluluğunun ilgisi kitaplarımın yayıncıya yük olmasını önlüyor, hep birlikte işimize bakıyoruz.

Daha fazla okurunuz olsun istemez miydiniz? Gerçekten merak ediyorum.

Niye daha fazla okurum olmasını istemeyeyim, herkes ister. Aynı anda, niye daha fazla okur isteyeyim sorusu da çıkageliyor tabii. Kaç kere ifade ettim bilmiyorum ama bir kere daha söylemekte zarar görmüyorum: Nitelikli okur nüfusunun artmasını ummayacak yazar yoktur. Gelgelelim, bu konuda yapabileceklerimiz çok sınırlı. Nitelikli okurun dışına çıkmaktan, ‘averaj okur’ kesimine yaklaşmaktan dem vuruyorsanız, o yola sapmayı hiç aklımdan geçirmedim. Neyi nasıl yazmak istiyorsam, onu öyle yazarım. Yirmi yıl önceydi, baş başa yemekteydik, Orhan Pamuk bana okur kitlesine karşı sorumlulukları olduğunu söylemişti. Ben, yalnızca yazdıklarıma karşı sorumluluk duyan biriyim. Bu temel fark, yüzyıldır, belki daha uzun süredir geçerli edebiyat adamları arasında. Olabildiğince geniş okur kitlesini hedef almak bir tercih sorunu sonuçta.

Sözü Sır’a getireyim burada. Sizin kitaplarınızda gitgide sık rastlanan bir durumla karşılaştım, hangi ‘tür’e sokulabileceğimi çıkaramadım. Bir solukta okudum Sır’ı. Son bölümde okurlarla sanki pervers bir iletişim kuruyorsunuz. Daha önce de, yanılmıyorsam Kravat’ta böyle bir yol seçmiştiniz...

Her seferinde önüme çıkan sorular, kaygılar bunlar. Yazın türlerinin klâsikleşmiş tanımları vardır, bir de, her dönemde, her türün sınırlarını zorlayan, genellikle genişleten çok sayıda edebiyatçı çıktığı görülür. Bir konu, bir sorun, bir düğüm, bir iz, artık nasıl adlandırırız bilemiyorum, yazarın kafasına tohum düşürdüğünde, yazma isteği kabardığında, nasıl yazacağını düşünmeye başlayacak demektir. Kendi payıma, o süreçte özgür olmak isterim ben. Tepemde yargıçlar, savcılar dikilmesin. Yazı adamı olarak seçimlerim en çok çağdaş sanat yapanlara yakın bir noktaya gelmeme yol açtı yanılmıyorsam. Kulak’ta ‘kavramsal edebiyat’tan söz etmiştim, bir gün oturup bunu açmak isterim. Ama bütün bunlar çok mu önemli? Sır’ı bir solukta okumuşsunuz. Bana kalırsa, böyle okunuyorsa, metin işliyor demektir. Daha önce değinmiştim; Ahmet Oktay, ‘mutant metin’ olarak adlandırıyor yazdıklarımı, Ali Teoman ‘uzun metrajlı deneme’ diyor, seviyorum o tür yakıştırmaları. Romanesk deneme de diyebilirsiniz dilerseniz.

Sır’ı yazmaya sizi ne itti...

Yeteneğin kullanılışı, beni öteden beri kurcalayan bir konu oldu. Önceleri, performans istenen alanlar üzerinde oyalanıyordum. Hem piyanistler, hem sporcular için dayatılan koşullarda, özellikle de çocuklar ve gençlere uygulanan yöntemlerde şiddet buluyorum. Kazananları görüyoruz, çünkü gözümüze onları sokuyor sistem. Bense kaybedenlere odaklandım. Yılan, çöken, yıkılan insanlar, hayatlar. Bir aşamada, üstün yeteneğini kullanmayı reddedecek birini düşünür, ararken buldum kendimi. Sır, böyle doğdu.

İnsanın aklını karıştıran bir tarafı var Sır’ın. Gerçek kişileri oyuncu gibi kullanıyorsunuz sanki. ‘Tehlikeli Oyunlar’ arasına girmiyor mu bu?

Gerçek kavramına mutlak yükler bindirmekte asıl tehlike. Bir tür tinsel görecelik kuramı öne sürüyorum yazdıklarımda, yaşananla düşlenen, kurgulanan arasına sermeye çalışıyorum metnimi. Anlatmak düşünmeye, düşünmek kurmaya engel olsun istemiyorum. Loş koridorları açıp bırakmayı seviyorum, yanda. Çemberi tamamlanmış, her köşesi yazılmış bir kitap çekici gelmiyor bana, arkasında bir sürü firar çizgisi açık kalmalı. Gerçek kişiler zaten hayatın oyuncuları, rollerini bir bakıma kendileri seçmiş. Buna ben de dahilim, okumaya başladığınız an siz de. Tehlikeli oyun, hayatın ta kendisi. Öte yandan, sahici insanları kurmaca tabakasında, kurmaca kişileri sahicilik esasına bağlı kılarak izlemek kafaları karıştırıyor, gördüğüm kadarıyla. Bu da kitabın gerçekliği işte.

Gerçek kişileri bir öykünün kahramanı yapmanın etik, hattâ yasal sakıncaları yok mu? İzin almanız gerekmez mi?

Echénoz, son iki romanında Ravel’i ve ünlü koşucu Zapotek’i seçti kahraman olarak, bu sorular belki ona da yöneltilmiştir. Etik açıdan, gerçek kişinin yarı yarıya üstü kapalı, adı dönüştürülmüş biçimde kullanılması daha mı doğru geliyor size? Yarım düzine romanda ‘kahraman’ ya da ‘figür’ olarak kullanılmış biri olarak soruyorum. Yasal açıdan, kolayın kolayı var: Geçenlerde ünlü siyasetçilerle aynı adı taşıyan yüzlerce vatandaşımızın olduğu yazıldı gazetelerde. Bir metnimde Thomas Bernhard’la arkadaşlığımın hikâyesini anlatmıştım. Bir eleştirmenimiz “atıyor Enis Batur” demiş, “Bernhard’la tanıştığına inanmıyorum”. Uyanık, ama pek dikkatsiz: 1952 doğumlu bir yazar, 1962’de uluslararası bir yazarlar toplantısına nasıl katılsın? Gerçeksilik andına çok önem veririm. Sahici kişileri ya apaçık yanlış yerlemlere oturtursunuz, ya da herşeyi doğru vermeye özen gösterirsiniz. Hem, kötü bir şey de yapmıyorum sonuçta, Jordi Savall kiralık katil değil Sır’da, çok ünlü bir çalgıcı.

Sır’ın, hem Kulak’la, hem de Mekik’le organik bağı olduğunu vurgulamıştınız. Birlikte yazılmış kitaplar mı bunlar?

Her yazarın bir çalışma üslubu, yöntemi olduğu bilinen gerçek. Bir kefede, kitaplarını sırayla yazanlar yer alıyor kabaca, birini bitirince öbürüne başlıyorlar. Aynı dönemde iki-üç kitabı kuranlar olduğunu da duyuyoruz. Karşı kefede, benim gibi, çok sayıda kitap üzerinde çalışanlar var. Biribirilerine bağlanan, zincirleme ilişkiler oluşturan metinleri bir dönemde yanyana yazıyorum; böyle olunca, biri ötekinin içinden geçiyor hep. Saydığınız üç kitabın değil bir tek, yazmayı sürdürdüğüm birçok başkasının da payda ortaklığı söz konusu. Bir külliye, bir yapı kompleksi inşaatına benziyor süreç. En çok bundan sanıyorum, türlerarası özelliklerin ağır basması. Koşut sorunlar, koşut konular, hısım düğümler yanyana barınıyor tezgâhımda. Bütünlenen her halka komşularına eklemleniyor. Bir alanı kapladığım düşüncesine erişmişsem, bir süredir içhazırlığı süren yeni bir alana geçiyorum. Yaklaşık on-oniki yıl sürüyor alan kaplama dönemi.

Sır’ı ne kadar zamanda yazdınız?

Yazılışı geniş bir zaman dilimine yayıldı. 2001’de başladım, 2008’de son noktayı koydum. Arada uzun es dönemleri oldu, genellikle olur. 1999’da başladığım Kırmızı Eşek, 2003’te başladığım Kitap Evi, 2004’de başladığım Melekler Kitabı daha birkaç yıl istiyor. Öteki uçta, hızla yazdığım kitaplar sıralanıyor: Acı Bilgi’yi üç haftada yazmıştım; geçen yaz Mumya Köpek’i bitirdim, küçük bir kitap, yaklaşık bir buçuk ay aldı yazılması.

Neden uzun es dönemleri oluyor bazı kitaplar için?

Teşbihte hata olmaz, Mimar Sinan, inşaat esnasında sık sık ortadan kaybolduğu için çalışmalar durur, padişahın öfkesi kabarırmış. Temelin oturması yolunda zorunluymuş o bekleme süreleri. Kimi metinler benzeri uygulamaları ister, gerekli kılar. Kimileri, tersine, hız bekler. Benim gözümde yazma isteği çok önemli. Zorlamaktan hoşlanmıyorum. İsteğin koyulaştığı an yöneliyorsanız yazmaya, ortaya çıkan ürün bunu yansıtır. Tezgâhınızda çok sayıda ürün beklediğinde, istek nereye yöneltiyorsa sizi oraya gidiyorsunuz.

Başkalaşımlar XXI-XXX’a gelelim dilerseniz. Bütünlenmesi on üç-on dört yıl almış bir kitap. Başka bir açıdan bakılırsa, 500 sayfayı bulan bu ciltte on küçük kitap bir araya gelmiş. Dizinin tümünü hesaba katarsak, otuz küçük kitap. Hepsini düşününce, nasıl bir duyguyla değerlendiriyorsunuz bugün onları?

Öncelikle bir tür hüzün duygusu belirdiğini söylemeliyim. otuz beş yıl önce ‘Ayna’yı, ilk Başkalaşım metnini yazmaya başladığımda yirmi iki yaşında genç bir adamdım, ne hale geldim! Ömür törpüsü bir iş bu. Her parçanın ayrı bir hikâyesi var hayatımda, serüvenin bütününün bir başka hikâyesi var. Sonra, bir doygunluk, doyuma ulaşmışlık duygusu geliyor. Üçüncü cildin yayın hazırlıkları sürerken, dönüp ilk iki cildi baştan uca okuduğumu saklayacak değilim. Bir ölçüm yapmak adına. Ortaya çıkan tabloyu öznel terazimde tartmak istedim, sonuç beni mutsuz etmedi.

Üç cilt arasında bir ayrım yapıyor musunuz?

Hayır, tek fark, son cildin, sunu yazısında da belirttiğim gibi, organik iç bağlarının daha bir belirgin olmasından kaynaklanıyor. Şüphesiz, otuz beş yıl içinde bir yazı evrimi geçirdiğim yadsınamaz. Takipçi okur bunu sezecek, görecektir sanıyorum. Başkalaşımlar XXI-XXX’un ‘özel ansiklopedi’mle hısımlığı daha fazla yanılmıyorsam. Öte yandan, bu ciltteki metinlerle eşzamanlı olarak nesir ağırlıklı ürünlerin devreye girmiş olmasının yansımaları da görülebilir. Dileyen Elma’yı ya da Kravat’ı dizginlenememiş Başkalaşım metinleri sayabilir, çok aykırı bir yorum gibi gelmez bana.

Okurken, kitap gitgide açılıyor gibi...

Bu görüşünüzü paylaşıyorum. ‘Kule’yle başlıyor kitap, tıkız bir metin. Ağır ağır gevşiyor, yatağına yerleşiyor yazı. Üçüncü cildin kimi uzantılarını beklemek gerekecek. Örneğin, Kütüphane’ gecikmeden Kitap Evi’ni doğurdu, Gökyüzü’yle Melekler Kitabı arasında somut bir köprü var. Her kitabımın, kendi kapsama alanının haydi haydi dışına taşan ikinci bir bölge yaratması heyecan veriyor bana. Bu çember Mimarın Düşü-Kulübe ile tamamlanacak ileride. Tabiî, her şey yolunda giderse.

O hayaleti andıran kitaptan her fırsatta söz ediyorsunuz.

Gerçekten de hayalete dönüşmesinden korkuyorum belki, ikide bir anarak onu bitirmek için kendime çağrıda bulunuyorum anlaşılan. Tezgâhımdaki en eski proje bu, 1977’den beri genişleyen, parçalanan, derinlik ve belirsizlik kazanan o kitabın ana çatısı birkaç kez değişti. Yazılmış bölümleri kadar, etrafına, daha doğrusu dışına yazılmış çok sayıda parça çıktı ortaya. Bir ara, onu yazmamayı, durmadan sözünü etmeyi bir çıkış yolu olarak seçmeyi aklımdan geçirdiğimi itiraf edebilirim!

Demin, “dizginlenememiş Başkalaşım metinleri” sözünü kullandınız. Bunu biraz açabilir miyiz? Bir de, paralel olarak, ‘deneme’nin tür olarak dizginlenmesi gerekir mi sorusunu yöneltmek isterim.

Sondan başlayalım. Hayır, bana kalırsa ‘deneme’yi kesin kalıplar içine sokmak, bir kafesin içine yerleştirmek eşyanın mantığına aykırı. Klâsik edebiyatta bile uçarı, söz dinlemez bir yanı olmuştur denemenin. Montaigne’in devanası denemeleri sözgelimi. Modernler, türlerin tümünü sorgulayan ürünler verdiler. Magnanelli’ye, Derrida’ya, Kundera’ya, pek çok örneğe bakalım, çeperin alabildiğine genişlediğini görüyoruz. Ben, ‘roman denemesi’ dediğimde, ‘bunun neresi roman?’ diyenler, söylemeseler bile, ‘bunun neresi deneme?’ diyecek kişilerdi. Sanırım, ‘bu kadarı da olmaz ki’ duygusu ağır basıyor onlarda. Başkalaşımlar’da, ‘deneme’nin sınırlarını açma ihtiyacı baştan koyulmuştu. Bir aşamadan sonra ‘dizginlenememiş’ sıfatına başvuruyorsam, çerçevenin dışına çıktığımı düşündüğüm için. Kendimi tekrarlama pahasına söyleyeceğim: Yazma özgürlüğümü kısıtlamak istemiyorum.

On yıl önce, Başkalaşımlar’ın ikinci cildinin önsözünde acılı cümleler vardı : “Başkalaşımlar’a başlayalı çeyrek yüzyıl oldu. Bu dönem içinde, kenarında oturup harflerimi peşpeşe dizdiğim ortamın gündemine, optiğine, değer dizgesine baktıkça girişimimin gülünç, dahası bürlesk yanını elbette görebiliyorum. Beni ayakta tutan budur”. Şimdi, 2010’a girerken, bu duygularınızda bir değişiklik oldu mu?

Bir pekişmeden söz edebilirim sanırım. Yazı inşaatı zaten oldukça yalnızlaştırıcı bir süreç, zaman geçtikçe koyulaşıyor odasına çekilip inşaatı sürdüren kişinin duyguları. Bir de, hızla doğuya yöneldiğini gördüğünüz geminin üstünde beyhude bir çabayla ters yöne yürüdüğünüzü düşünüyorsanız, yeniklik duygusu ekleniyor içinize. Bu sözlerime bakarak yakındığıma varılsın da istemem doğrusu. Seçimlerimi yanlış bulsaydım, yönümü değiştirirdim. Ne olursa olsun, sağlığım elverdiği sürece beyhude yürüyüşümden vazgeçmeyeceğim.

Türkiye’nin durumuna gönderme yapıyorsunuz.


Bir tek Türkiye’nin değil, dünyanın durumuna da gönderme yapıyorum. Tarkovski’nin, ölümünden az önce söylediği bir söz vardı: “Haberlere boğuluyoruz, oysa hayatımızı değiştirecek en önemli mesajlar bize ulaşmıyor”. İnsanların hayata ekranların prizmasından baktığı, gösterilenlerle yetindiği bir dönemden geçiyoruz. Hava kirliliği, ses kirliliği, görüntü kirliliği ile başa çıkamıyorduk, kanaat kirliliği tabloya eklendi. ‘En önemli mesajlar’ın kaynaklarına bu nedenle ulaşmakta güçlük çekiliyor şimdi, küçük bir azınlığa terkediliyor bunlar. 15 milyon nüfuslu İstanbul’da 15 bin kişi gitmiş midir Yüksel Arslan’ın sergisine? Yılda 1500 kişi bir defalığına çağdaş müzik konserine bilet alıyor mudur? Bir şiir kitabını merakla bekleyen okur sayısı kaç? Bir dokun, bin işit oldu farkındayım.

Biraz da şiirden söz edelim istiyorum. Tek bir şiiri, Saga’yı, çok sınırlı sayıda bastırarak bir avuç okurun önüne çıkardınız. Uzun, soluklu bir şiir. Tipik bir Enis Batur şiiri, sesiyle soluğuyla. Ancak, değişik bir yapısı var. Yayın notunda, önümüzdeki yıl yayımlayacağınız Buzlucam Arkasından Dîvan kitabınızın merkez şiiri olarak anılıyor. Neden özel basım yapıldı? Neden çok sınırlı sayıda basıldı?

Şair, kendi şiiri konusunda başvurulacak nesnel merci olamaz. Saga, benim gözümde bir aşamayı temsil ediyor, bir genişlemeyi. Onun için önce birbaşına kitaplaşsın istedim. Kimseyi bağlamaz doğal olarak, duygu ve düşüncelerim. “Değişik bir yapı” mı dediniz? Evet, bence de değişik bir yapı. Yazma deneyimimin bütünündeki gelişmelerin bir sonucu şiir yakasında da beliriyor belki. Devamını da etkileyebilir, belirleyici olabilir. Sınırlı sayıda basım sorunuza gelince, baştan beri öyle tercihlerim olduğunu anımsatmak isterim. Onun da ötesinde, sımsıkı şiir okurunun nüfusu ne kadar ülkemizde? Bu aşamada, onlara ulaşması yeterli göründü bana. Buzlucam Arkasından Dîvan, 2010’da Kırmızı Yayınları’nın yayımlayacağı Doğu Batı Dîvanı III’de yeralacak nasıl olsa, başka sıkı okurlara da ulaşacaktır o zaman.


2010 için hangi kitapları hazırlıyorsunuz?

Gene küçük kitaplar, cüsseli kitaplarla yan yana gelecek. Tekrarlıyorum: Her şey yolunda giderse.



Kaynak:
Radikal Kitap