Makaleler Biyografiler Şairler Mehmet Akif Ersoy (1873-1936)
Makale Başlığı: Mehmet Akif Ersoy (1873-1936)

Mehmet Akif Ersoy (1873-1936)

Yazar: Bu yazı, Hece Dergisi`nin Türk Şiiri Özel Sayısı`ndan kısaltılarak alınmıştır. • Eklenme Tarihi: 09.02.2005 • Görüntüleme: 7.792

Özet:
Buhara kökenli Emine Şerife Hanım annesi, Arnavutluk`tan Tahir Efendi babasıdır.

Kelimeler:
Mehmet Akif Ersoy, edebiyat, istiklal marşı

DERİN SOLUK
Buhara kökenli Emine Şerife Hanım annesi, Arnavutluk'tan Tahir Efendi babasıdır. Buhara ve Arnavutluk'u coğrafi ve kültürel bağlarla birbirine bağlayan İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Şehrî'dir. Ancak "Ragif" ismini mahalleli ve komşular söylemekte güçlük çektiğinden "Akif"e dönüştüreceklerdir.

Fatih'in Sarıgüzel mahallesi, Sarıgazi sokağı sakinleri bu şehri çocuğa babasının verdiği ismi, kolaylıkla söyleyebildikleri bir başka isimle değiştirerek sanki onun şiirlerinin yöneleceği alanı da belirlemiş olurlar. O, "Ragif"i "Akif"e dönüştüren mahallelinin daha pek çok şeyi aslında koparıp yozlaştırdığını görecek ve onlara yitirdiklerini hatırlatmak için bir ömür didinecektir. Ayrıca Buhara, İstanbul ve Arnavutluk isimlerinin bir araya gelmesi Osmanlı medeniyetinin, coğrafyasının ve ruhunun özeti sayılabilir. Ve bu özet, Mehmet Akif Ersoy ile İstanbul'da kişilik kazanmış gibidir. Akif'in yaşamı, sanatı, düşünceleri... vb. gibi birbirinden ayrı, değişik yönleri yoktur. Yaşamı, düşünceleri, sanatçı kimliği, şairliği ve duyarlığı tek bir bütünlük oluşturmaktadır: 

Mehmet Akif Ersoy. Bu bütünlüğün oluşumunda dikkati çeken bazı ayrıntıları hatırlamak yerinde olur. Öncelikle Akif'in "ne öğrendiysem ondan öğrendim" dediği babası, Fatih Medresesi müderrislerindendir. İstanbul'da ve II. Abdülhamit'in yeniden düzenlediği okullarda eğitim görmüştür. Programı ve eğitim anlayışıyla yeni bir insan tipi yetiştirmeyi amaçlayan Baytar Mektebi de böyle bir okuldur. 

Akif öğrencilik yıllarında en çok Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca gibi dil derslerine ilgi duymaktadır. Okul dışında da babasından ve çeşitli hocalardan dersler ve özellikle dil dersleri aldığını belirten Mehmet Akif, "...bence iki şey mukaddestir: Din, dil. Din, bütün kutsal duygu ve düşünceleri insana telkin eder. Bu düşüncelerin ve duyguların mümkün olduğu kadar da tebliğ aracı dildir." diyerek, dil derslerine bu denli ilgi duymasının sebebini şiirine de açıklık getirecek biçimde zikreder. Yine bu yıllarda, Fatih Camii'nde, ikindiden sonra, Hafız Divanı, Bustan, Gülistan ve Mesnevi gibi klasik edebiyatımızın en önemli eserlerini Esad Dede'den okuduğunu, ilk okuduğu şiir kitabının Fuzuli'nin Leyla ve Mecnun'u olduğunu öğrendiğimiz Akif; Arapça, Farsça, ve Fransızca'dan tercümeler yapabilmektedir; kurra hafızdır, iyi yüzücüdür, güreşçidir ve binicilikle de ilgilenmektedir. 
İlerleyen yıllarda ömrü boyunca izini bırakmayacağı, Safahat'ta sık sık ismini anacağı; düşünce, duyarlık ve anlatım tekniğinden yararlanacağı Şeyh Sadi'nin Akif için özel bir yeri olacaktır. Ayrıca hafız, Hayyam, Mevlana, ve Fuzuli'ye ilaveten, batı edebiyatından Victor Hugo, Rousseau, Erneste Renan, Anatole France, La Martin, E. Zola, Alphonse Daudet, Alexandre Dumas'ı okuyup sindirecektir. Kendine özgü görüş ve yaklaşımlarıyla yirminci yüzyıl İslam düşüncesinde öne çıkan Hint ekolünden; Cemaleddin Afgani ve Muhammed İkbal'in, Mısır ekolünden; Muhammed Abduh, Reşit Rıza, F. Vecdi, İbn Fariz ve Mütenebbi'nin düşünce, yaklaşım ve yorumlarını dikkatle izlemiştir. Mehmet Akif, altmış üç yıllık ömründe (Kasım/Aralık 1873 - 27 Aralık 1936) on beş yaşında iken babasının ölümü; aynı yıl evlerinin yanması gibi kişisel acılarla bir padişahın tahttan indirilmesi onun yerine başka bir kişinin tahta çıkarılması gibi siyasi çalkantıları, Osmanlı Devleti'nin en zor günlerini, Türk-Rus, Türk-Yunan, Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarını görmüş, Milli Mücadele'ye bizzat katılmış ve bir devrin kapanıp yeni bir devrin başlangıcını realist bir zihin yapısıyla yaşamıştır. Baytarlık yaptığı yıllarda Trakya'yı, Anadolu'yu, Arnavutluk'u, Görevi gereği gezmiş ve yine görevli olarak Berlin'e, Hicaz'a, Çin Türkistanı'na seyahatler yapmış, ömrünün son zamanlarını Mısır'da üniversitede Türk Edebiyatı hocalığı yaparak geçirmiş ve bu sırada kısa bir süre için Lübnan'ı da ziyaret etmiştir. 

Kişiliği, düşünsel birikimi, inançları ve buna ilaveten yaşadığı dönemin tüm tarihimizin en çalkantılı dönemi olması hiç kuşkusuz şiirini çok köklü bir biçimde etkilemiş, hatta belirlemiştir. Sezai Karakoç ve pek çok araştırmacının 'Akif kadar, hayatı şiire ve şiiri hayata sokmuş şair yoktur.' sözleriyle özetlediği yaklaşıma katılmamak mümkün değildir. 
Hayatla şiiri böylesine örtüştüren, kaynaştıran ve adeta şiirle düşünüp şiirle konuşan, uyaran, korkutan bir kişinin (biraz edebiyat dışı olmakla beraber) şiiri ve şairliğini yaşadığı devri ve o devrin olaylarını dikkate almaksızın anlayabilmek mümkün görünmüyor... ... Daha çok Safahat şairi olarak bilinen Akif'in, yedi bölümden oluşan bu kitabına girmeyen pek çok şiirinin de bulunduğu bilinmektedir. 1896'da Resimli Mecmua'da yayımlanan ilk şiirleri "ahlakî, dinî, pek azı aşk üzerine ve lirik" temalardan oluşur. Ayrıca yakın dostu Eşref Edip'e, gençliğinde gazelliyata dair pek çok şiir yazdığını, çeşitli defterler doldurduğunu, bir ara bu defterlerden birini kaybedince çok üzüldüğünü fakat daha sonra şiirini sosyal konulara yöneltince diğer şiir defterlerini de kendisinin imha ettiğini söyleyen Akif, bu ilk dönem şiirlerinde Ziya Paşa'dan, Namık Kemal'den, Muallim Naci'den ve Abdülhak Hamit Tarhan'dan 'istifade ettiğini' de belirtmektedir. 
Bu dönem yazdığı şiirler Safahat'a alınmamıştır. Buradan hareketle Mehmet Akif'in şairliği iki aşamadan oluşmaktadır diyebiliriz. Birincisi; 'şiirini sosyal konulara yöneltmediği' ve pek çoğu kayıp olup Safahat'a alınmayan ilk dönem şiirleri. İkincisi; 'şiirini sosyal konulara yönelttiği' 1908'den sonra yazılan ve Safahat'ın yedi ayrı safhasını oluşturan şiirlerdir. Zaten 1908-1918 yılları arası Akif'in şair, düşünür, ve hareket adamı olarak ortaya çıktığı yıllardır. Bu dönemde; T. Fikret'e, Tarih-i Kadim'de, Türkçülere Süleymaniye Kürsüsü'nde cevap verir. 

Almanya ve Necid gezileriyle Batıyı ve Doğuyu daha iyi tanıma imkanı da bulacak ve bu geziler de ayrıca şiirsel bir bütünlük oluşturacaktır. İlk şiir kitabı, 1911'de Safahat adıyla yayımlanan ve daha sonra altı alt başlık altında, yedi bölümden oluşacak bu kitaba, Akif, sanatkar olmadığı için süslü sözler söyleyemediğini, bütün eserlerinin acizliğinin gözyaşları olduğunu belirtip, kalbinde kopan fırtınaları, kalbinin dili olmadığı için tam olarak anlatamadığından bahisle başlamaktadır. Manzum ön söz niteliğinde ve bir anlamda poetik yaklaşımının özetlendiği bu girişte, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati toplulukları şairlerinde görülen "sanatkarane söyleyiş" tutkusu üstü örtülü bir biçimde eleştirilmektedir. ... ... Safahat'ın birinci kitabında bulunan Hasta, Küfe, Durmayalım, Hasır, Meyhane, Hasbihal, Selma, Azim, Seyfi Baba gibi şiirlerinde dikkati çeken ve onun bütün şiirlerinde de gözlenen belirgin özelliklerin birincisi, bu metinlerin manzum hikayelerden oluşmasıdır. Şiirin manzum hikayeler şeklinde sunuluşunun iki sebebi vardır. 
Birincisi Abdülhak Hamit, Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin'in şiirlerinde de gözlenen manzum hikaye şeklinde şiir sunma anlayışıdır. Bu anlayış, devrin belirgin bir özelliğidir. Mehmet Akif de kendi kuşağının şiir anlayışına uymaktadır. İkincisi ise, çocukluğundan beri eserlerini hem okulda hem de özel hocalardan okuduğu ancak, o yıllarda daha çok Hayyam'ı sevdiği halde batı edebiyatından Lamartine, Fils, Zola ve Balzac'ı tanıyınca sırrını çözdüğü ve hayranı olduğu Sadi etkisidir. Özellikle La Dame Aux Camelias'ının başında A. Dumas Fils, küçük mevzulardan büyük dersler çıkarmaktan yana olduğunu belirtmektedir. Bu yaklaşımla Akif, Sadi'nin sırrını çözmüştür. ... ... 

Mehmet Akif, sokaktaki insanların, mahalledeki konuşmaların, her kesimden halkın içinde bulunduğu gerçekliği son derece rahat ve hiçbir ayrıntıyı gözardı etmeden nazma aktararak şiirin tabiatına pek de uygun düşmeyen bu bakış açısıyla büyük bir başarı kazanmış; 'an' için ve 'an'ı dönüştürmek üzere yazdığı halde, 'an'ı aşmayı başararak şiiri kuşatan bu olumsuz durumu, şiirinin en önemli karakteristiği haline getirmiştir. 
Adını Akif'e çıkaran bu halkın yaşayışını, düşünüşünü ve dilini bu denli realistçe kullanmasının toplumcu sebepleri vardır. Düşüncelerini ve eserlerini dikkatle izlediği Hintli, Mısırlı ve Batılı yazar ve düşünürlerin hepsi (Romantikler hariç) gerçekçi bir anlayışla eser veren kişilerdir. Ayrıca Akif'in yaşadığı dönem, toplumumuzun çok çetin çatışmalar, karışıklıklar yaşadığı hatta; var olmak ve yok olmak noktasında bulunduğu bir dönemdir. Böyle bir dönemde öncelikle yaşanan toplumsal sıkıntıların kaynağına inmek, bunların ortaya çıkış nedenlerini bulmak ve halka göstermek, sonrada bu sıkıntıların çözümlerini önermek gereğine inanan Akif, hem gerçekçi olmak, hem de halkın anlayacağı bir dille yazmak zorunda olduğunu düşünmektedir. ... ... 
Akif'in Ankara'da Tacettin Dergahı'nda yazdığı dört şiir vardır: Süleyman Nazif'e, Bülbül, Kahraman ordumuza ithaf ettiği İstiklal Marşı (1921), ve Leyla (1922). Akif, altı yüz yıllık medeniyetin şiirinin ve şairlerin uğruna yanıp yakıldığı hayal güzeli Leyla'ya, aynı bağlamda ama farklı bir anlam yükler bu şiirde. Leyla, onun bütün özlemi ve İslam'ın geleceğidir, "Gel ey Leyla, gel ey candan yakın canan, uzaklaşma! Senin derdinle canlardan geçen Mecnun'la uğraşma!" Akif, Mecnun'dur. Ama birden fazla candan geçmektedir... Leyla şiiri onun, ülkesinde yazdığı son şiirdir. "Canlar" demesine sebep çocukları mıdır?.. Mehmet Akif Ersoy "şiirle düşünme'yi edebiyatımıza sokan hemen hemen tek şairdir. ... 

Türk Devleti, Akif'te şiir ölçüleri içinde, düşünmüş, ağlamış, haykırmış ve umutsuzluğa batmış, umutla çırpınmış adeta. Şiir cemiyetle içli dışlı olmuştur."[1] Mükemmel dili, yaşanan gerçekliği nazma aktarmadaki doğallığı ve ustalığı ile bir 'sehl-i mümteni' şairi olarak edebiyatımızda mütevazı yerini alan Ragif, Necati Doğru'nun da dediği gibi, "İstiklal Marşı'nın dizelerini yazdığında kendisine ödül olarak verilen ve o dönemde İstanbul Boğazı'nda dört yalı alacak kadar çok yüksek bir para olan beş yüz lirayı Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağışladı. Bütün serveti... Yelek cebinde öldü... Yelek cebindeki parası ancak kefen almaya"[2] yeterken de o, yazdığı şiiri yaşadığını ya da yaşadığı şiiri yazdığını ortaya koyuyordu. 
-------------------- 
[1] Sezai Karakoç, Mehmet Akif, Diriliş Yay., İst. 1987, s. 42 
[2] Necati Doğru, Mehmet Akif, Sabah, 11.12.1997